TELE1’de ekranlara gelen ‘4 Soru 4 Yanıt’ programındaki ifadeleri montaj kumpasıyla bağlamından koparılarak hedef gösterilen ve sonrasında cezaevine giren TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ, tahliyesine kadar yaşanan süreci Birgün Pazar’a anlattı.
İşte Birgün’de Esat Aydın’ın imzasıyla yayımlanan röportaj:
Cezaevine giriş sürecinizi konuşarak başlamak istiyorum. Sizinle ilgili önce AKP’li Mehmet Ali Çelebi (ki siz Ergenekon sürecinde kendisine sahip çıkmıştınız), ardından İYİ Partili Bahadır Erdem, Kürşat Zorlu gibi isimlerin sözleri sizi hedefe koydu, “savcıları göreve çağırdı” ve süreç başladı. Tabi bunların öncesinde 3-6 Mart döneminde Akşener’e yönelik eleştirileriniz mevcut. Bu toplam üzerinden bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tutuklanma ve bana karşı yürütülen kampanya aslında benim üzerimden bağımsız medyayı susturmak, eğer bütünüyle susturamasalar bile gözdağı vererek geri çekilmeye zorlamak amacıyla geliştirilen bir operasyondu. Bu birinci boyutudur. İkinci boyutu; benim üzerimden ülkeye korku salarak toplumu sindirmeye yönelik bir kampanyaydı. Yüzde kırk sekizlik o büyük muhalefet potansiyelini değersizleştirme ve dağıtma amaçlı bir girişimin bir parçasıydı. Çünkü İslamcı-faşist koalisyona “hayır” diyen o yüzde kırk sekizlik –aslında oran daha yüksekti- büyük demokratik toplumsal gücün etkisizleştirilmesi önem taşıyordu. Bu büyük muhalefet potansiyelini şekillendiren, ona yön gösteren ve sözcülüğünü yapan kurumlardan biri Tele1 televizyonuydu. Dolayısıyla, Tele1 ve benim adım üzerinden geliştirilen operasyon, özünde bütün muhalefete ve bağımsız medyaya, düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlandırmaya yönelik bir saldırıydı.
Çünkü bütün büyük tartışma ve kırılma noktalarında biz vardık. İktidarın niteliği, muhalefetin mücadele tarzı, programı, cumhuriyetin kazanımlarının savunulması, emek hareketi, siyasal İslamcılık ve şeriatçı kalkışmaya karşı mücadele, Abdülhamidcilik tartışması, laiklik…
Laikliği sadece CHP değil, sosyalistlerin önemli bir kesimi de uzunca süre bir kenara bıraktı. Oysa, temel kırılma eksenlerinden biri ve demokrasi mücadelesinin zeminini oluşturuyordu. Sol bu durumun önemini yeterince kavrayamadı. Bunun büyük bir siyasi aymazlık olduğunu düşünüyorum. İdeolojik ve kültürel mücadele, içinde geçtiğimiz tarihsel dönemeçte çok önemli, hatta belirleyici olmasına karşın ihmal edildi. Oysa, sadece ekonomik ve sendikal taleplerle emekçilerin örgütlenebileceğini, gericiliğin yenilgiye uğratılacağını, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletileceğini sanmak saflıktır. Siyasetin ideolojinin kültürel mücadelenin önemini anlamamak, kavramamak anlamına gelir.
Mehmet Ali Çelebi artık AKP’li ve AKP’nin trol ordusunun bir parçası olarak hareket ediyor. İlk tweeti atan kişi o değil aslında. Üzerinde ince şekilde çalışılmış tweet ilk olarak sahte bir hesaptan atılıyor tweet. Onu ilk yaygınlaştıran kişi AKP milletvekili Mehmet Ali Çelebi…
İYİ Partili bazı yöneticilerin de bu gerici ve faşizan linç kampanyasına katılmasının nedeni açık, bunu biliyoruz. Biz İYİ Parti’nin, Millet İttifakı’nı aşan bir genişlik kazanan yaşam içinde oluşan demokratik bloka ihanet etmeye hazırlandığını önceden tespit ettik.
Altılı Masa’yı dağıtmaya kalkmasına karşı en sert tepkiyi biz gösterdik. Ağır denilebilecek bir dille yüklendik ve toplumsal tepkiyi harekete geçirdik. İYİ Parti, toplumda da açığa çıkan bu tepki nedeniyle Millet İttifakı’na döndü. Ancak, bu süreçte ağır yara aldı. Bu durumun sorumlusu olarak da beni ve Tele1’i gösterdiler. Bunu bana doğrudan ve dolaylı olarak ilettiler de. Yüz yüze tartışmalarımız oldu.
Dolayısıyla, İYİ Parti, bana karşı başlatılan linç kampanyasını bir fırsat olarak değerlendirdi ve Millet İttifakı’ndan kopup kapağı Cumhur İttifakı havzasına kapağı atmak içir bir gerekçeye dönüştürmeye çalıştı. Çünkü ben iktidarıyla muhalefetiyle, dokunulmaz olana dokunmuş ve bir tabuyu yıkmış oldum. İmralı tartışması, görece dar bir çevrenin konusu olmaktan çıktı ve ortalık karıştı. Ancak, bizim, Türkiye’nin demokratik ve sol güçlerinin, gazeteci dostlarımızın ve aydınların tepkisi nedeniyle linç kampanyası tam anlamıyla başarılı olamadı.
İYİ Parti’nin bu masadan ayrılması, ittifakı dağıtma girişimi. AKP’ye ve Erdoğan’a yeni bir beş yıl daha vermenin yolunu açtı. Bu girişim, “5’li çete” operasyonunun bir parçası olmak anlamına geliyordu. Ben bunu deşifre ettim. Seçim öncesinde, seçim gecesinde ve seçim sonrasında (14-28 Mayıs) yaptığımız yayınlar, benim programlarım ile iktidarın şimşeklerini üzerimize çaktı. Muhalefetin bıraktığı boşluğu bir anlamda biz doldurmaya başladık. Abartılı gelebilir ama olay budur.
Tutuklandığım ilk andan itibaren boyun eğmeyeceğimi bütün kamuoyuna ilan ettim. Türkiye’nin böyle bir şeye, bir çıkışa, bir meydan okumaya ihtiyacı olduğuna inanıyordum. Bunu yapmaya çalıştım. Bu tutum kişiliğimin ve müktesebatımın da bir parçasıydı, başka türlü olamazdı zaten.
Bu kararlı karşı koyuş, gerçekleri ortaya koyma ve kumpası bozma mücadelesi giderek havayı bir tersine çevirdi. Bazı kişiler -ki içlerinde İYİ Partililer de var- özür dilemek zorunda kaldılar. Ama sonuç olarak vazo kırıldı bir kez.
Bu türden operasyonlar için kurulmuş bir tezgâh var. Bir tür “şeytan üçgeni” denilebilir. Bir ucunda troller, bir tarafında savcılık ve diğer ucunda da sulh ceza hakimliği den oluşan bir tezgâh. Geleceğe dönük olarak demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak, düşünce ve ifade özgürlüğünü sınırlayacak bir içtihat oluşturulmaya çalışılıyor. Çoğu sahte hesap olan, ahlaksız, ağzı bozuk ve önemli bir kısmı paralı olan sosyal medyadaki trollerin yaygarası “milli” ya da “toplumsal infial” olarak değerlendiriyor. Buradan hareketle, söz konusu yaygarayı, toplumun bir kesimini diğer kesimlerine karşı kin ve düşmanlığa tahrik suçu sayıyorlar. Oysa gerçek durum tam tersidir. Örneğin benim dava konusu olan programımdan sonra tek bir sokak hareketi olmamış, tek bir kavga çıkmamış, tek bir çatışma yaşanmamış. Ama sanal alemde ahlaksız, dalan ve montaj videolara dayalı bir yaygara var.
Üstelik milletin büyük kesiminin sosyal medyada olan bitenlerden bundan haberi bile yok. Çünkü benim dava konusu olan programdan (20 Haziran 2023) tam beş gün sonra sosyal medyaya yüklenen bir montaj video var. Program Programın tamamı aşağı yukarı elli dakika. İlgili konu on bir, on iki dakika. Sosyal medyada servis edilen video ise altmış iki saniye.
Baktılar Merdan Yanardağ kendileri için tehlikeli olmaya başladı, ‘onu susturmak lazım, bu Tele 1 çizgiyi aşıyor ve şunları hizaya sokalım’ diye düşündüler. Bu bir kumpastı. Dolayısıyla bu operasyon için yalan, iftira, sahte kanıt gibi her yola başvurdular. Böylece hem bağımsız ve muhalif medyaya gözdağı verir onları geri çekilmeye zorlarız hem de toplumu da korkutur ve sindiririz diye düşündüler. Kısacası süreç böyle özetlenebilir.
O günlerde bazı gazeteciler de sizin açıklamalarınız hakkında “kabul edilebilir değil, böyle sözlerin ifade özgürlüğü ile ilgisi yok, yargı kararları çok doğru” gibi sözler de sarf ettiler. Bugünün gazetecilik ekosistemi için ne söylemek istersiniz? Size bu dönemdeki deneyim nasıl bir etki bıraktı? İktidar/siyaset-yargı ilişkisi, gazetecilik mesleğini sürdürmek için nasıl bir ortam var etti?
O sözünü ettiğiniz gazetecilerin, gazetecilikleri son derece tartışmalıdır. Onlar trol ordusunun bir parçasıdır. Yani entelektüel ve siyasi haysiyet sahibi olduklarını zannetmiyorum. Gazetecilik mesleğinin etik kurallarından da son derece uzaklar. Sonuçta orada yargılanan bir televizyon programı ve bir gazetecilik faaliyetidir. Ortada Anayasa Mahkemesi’ni ve Yargıtay’ın bir dizi kararı vardır Burada bir şiddeti övme, teşvik etme fiili yok. Kaldı ki daha “vahim” sözleri söyleyen, daha vahim ifadeler kullanan AKP’liler var ve onların hakkında hiçbir işlem yapılmadı.
Dolayısıyla bu türden tutumları çok ciddiye almıyorum. Başarılı da olamadılar. Onların entelektüel ve gazetecilik ortamını belirlemekten çok uzak olduğunu ve yandaş medyanın bir parçasını oluşturduklarını düşünüyorum. Duruşmayı izleyenler ve medyadan takip edenler bilir; ben mahkemede klasik anlamda bir savunma yapmadım. Öyle yapmayacağımı da söyledim zaten. Ben mahkemeye, iktidarın demokratik hak ve özgürlüklere yönelik saldırısına karşı, bütün bağımsız ve muhalif medyanın sorumluluğunu alan bir yerden, “karşı iddianame” sundum. Bir anlamda, bütün sonuçlarını da göze alarak meydan okudum. Savunmamın –ki sözlü yaptım- çerçevesi, içeriği ve ruhu budur. Beni neden, hangi sıfatla ve ne adına yargıladıklarını sordum. Çünkü savcılık iddianamesi AKP’nin politikalarını eleştirilemez, dokunulamaz, itiraz edilemez bir anlayış haline getirme çabasını içeriyordu… İktidarın politikalarının önüne bir koruma seti oluşturuyordu. Savcılık makamının iktidarı mı cumhuriyeti mi temsil ettiğini sorguladım.
12 Eylül’de de Ergenekon dönemindeki davalarında da yargılandınız. Bir gazeteci olarak geçmişte ve bu dönemde cezaevindeki gazetecilerin ya da cezaeviyle tehdit edilen gazetecilerin üzerindeki baskılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP’nin F. Gülen Cemaatiyle ittifak halinde Cumhuriyeti tasfiye etme ve dinci-faşist bir rejim kurma hamlesinin en önemli etabı olan, dolayısıyla bugünkü Türkiye’nin yolunu döşeyen Ergenekon soruşturmaları sırasında da durum vahimdi. Daha kötüye gitti sadece. O dönemde sahte dijital kanıtlara dayalı soruşturmalar yürütülüyor ve davalar açılıyordu, şimdi, yorum ve varsayıma dayalı olarak suç icat ediliyor.
12 Eylül bir askeri faşist darbeydi. Çok ağır baskı ve işkence altındaydık. Arkadaşlarımız öldü, idam edildi. Ancak, bütün bu kötülüklere karşın biz o dönemde sorgu bitip askeri mahkemelere çıktığımız zaman formel olarak bir hukuk içinde olduğumuzu ve haklarımızı bildirdik. Kuralları bilirdik. Çok sert bir şey söyleyeceğim; bugünkü yargı sistemi ile karşılaştırıldığında sıkıyönetim mahkemelerinin formel hukuka daha uygun davrandığını söyleyebilirim.
Bugün Türkiye gerçek anlamda gazetecilik yapmak, bir kahramanlık haline gelmeye başladı. Çünkü ideolojik ve kültürel mücadelenin öne çıktığı bir dönemden geçiyoruz. Laiklik tartışılıyor. Cumhuriyet tartışılıyor. Kadın hakları tartışılıyor. Zaten sınırlı olan, bir kısmı tepeden inme verilse de –ki bence hiçbir sakıncası yok- uzun mücadeleler sonucu kazanılmış demokratik hak ve özgürlükler sınırlandırılmaya, hatta bütünüyle ortadan kaldırılmaya ve patrimonyal sultanist özellikler taşıyan, yani göstermelik seçim sandığına dayalı bir rejim kurulmaya çalışılıyor. Bu bir İslamo-faşist rejim inşa etme girişimidir. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi bu dönemde hiç olmadığı kadar eylemli bir ideolojik karakter kazandı.
Solun büyük hatalarından biri de siyasal mücadelenin çok indirgemeci diyebileceğimiz bir yaklaşımla ekonomik ve sendikal haklarla sınırlamak oldu. Oysa bu olağan koşulları mücadele biçimidir. Dolayısıyla özellikle kamu sektöründe ve diğer alanlarda sadece sendikal taleplerle sınırlı bir mücadele çizgisinin başarısızlığına tanık olduk. Durum böyle olunca, bu ve benzer konularda mücadele etmek öne çıkan gazetecilerin sorumluluğuna kaldı. Hayat bizi öne çıkarmaya ve siperin en önünde kavga etmeye zorladı. Dolayısıyla gazetecilik çok riskli bir iş haline geldi. Evet, bu riski göze alan insanlar da bunun bedelini ödemeye başladılar. Olay budur.
Anladım. Şimdi tam da bunu da bunu da bir konuşalım istiyorum. Yani tutukluluğunuz seçimin hemen sonrasında gelişti ve çok ciddi bir muhalefetle de karşılaşmadı oysa tutuklanmanıza ilişkin herhangi bir hukuki durum yoktu. Muhalefet sizin pozisyonunuza gerçek anlamda sahip çıktı mı?
Bu soruda yapılan ve ciddi bir muhalefet ya da direnişin gösterilmediği tespiti çok doğru değil. Başlangıçta bir şaşkınlık yaşandı bu doğru. Çünkü davanın konusu bir tabuydu. Tam bayram öncesine, arife gününe, yani insanların tatilde olduğu bir günü denk getirildi. Tartışılan konu CHP’yi de, İYİ Parti’yi de içine alan, onlar bakımından dokunulması çok zor bir tabuydu
Cumhuriyetçiler tarafından da yaygın şekilde izlenen birisi, sosyalist bir gazeteci kalktı, bu alana girdi. CHP tereddüt etti ilk iki gün. Daha sonra geri çekilen, boyun eğen, uzlaşmaya çalışan ya da yanlış anlaşıldık gibi son derece teslimiyetçi bir tutum takınılmış olsaydık bu dediğiniz olacaktı. Tersi oldu. Demokratik kamuoyu ayağa kalktı. İkinci, üçüncü günden sonra durum değişti, toparlandı. CHP özel bir komisyon kurdu, milletvekilleri geldi, gitti. Basındaki hava değişti.
Basın meslek kuruluşları, sendikalar çeşitli demokratik kitle örgütleri harekete geçti. Yani ben çok öyle olduğunu, yan gazeteciler ve demokratik kurumların geri çekildiğini düşünmüyorum.
Bir şaşkınlık yaşandı, ama daha sonra muhalefet toparlandı. Ve büyük bir destek oluştu. Öyle ki bu örneğin bu havadan DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’ni bile etkiledi. Bir süre sonra İYİ Parti bu baskı karşısında ve eleştirileri nedeniyle “biz tutuklanmasından yana değildik, yanlış oldu” filan demeye başladı; bir kısmı. Özür dilemek zorunda kaldılar. Dolayısıyla bir sahip çıkamama değil ama ilk günlerde bir şaşkınlık vardı. Ama dediğim gibi beklenmedik bir tartışma başlamıştı, Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin eksenlerinden biriydi o tartışma.
Yani tutuklanmayı önleyebilir miydi, başlangıçta hızlı ve etkin bir karşı koyuş?
Çok emin değilim. Olabilirdi elbette. Yani tutuklanma ile sonuçlanmayabilir, tutuksuz yargılanma olabilirdi, ama benim davaya gösterilen ve giderek büyüyen tepki Ayşenur Arslan’ın tutuklanmasını engelledi. Aynı maddelerden suçlandık biz. Yani terör örgütü propagandası yapmak, suç ve suçluyu övmek. Suçlamalar bu. Ama giderek yükselen bir tepki ve giderek yayılan bir destek oluşmaya başladı.
İki gün ya da üç gün bir şaşkınlık, bir tereddüt, bir acaba; daha çok CHP yönetimi diyebiliriz, o çevrede böyle bir şey oluştu, ama o kadar. Sonra durum değişti.
Şimdi muhalefet cephesindeki ana aktör halihazırda yine CHP ve CHP’nin iç karışıklıkları gündemi sürüklüyor. Muhalefet toplamı için soruyorum muhalefet “pasif agresif” bir tutum içinde görülebilir mi?
Evet uygun bir kavram olduğunu düşünüyorum ben de. Ama birçok etken var. Bu olayı değerlendirmek birkaç parametreyle mümkün değil. Yani olaya birçok yönden bakmak gerekiyor; 12 Eylül’ün etkileri, 1990 dönemecinde dünyada büyük geriye savrulma ve sağa kayış, bunun yarattığı ideolojik yıkım, neoliberal ideolojinin etkisi, yeni gericiliğin ideolojisi diyebileceğimiz postmodern felsefenin etkinliği bu tablonun oluşmasında belirleyici oldu. Solun önemli bir kesiminin zihin dünyası liberalizmle lekelendi ve giderek merkeze kaymaya başladı.
Yani bir dizi etken var. Esas olarak ideolojik alanda toparlanmadan ayağa kalkmak da zordur. Ancak, sosyalist solun ana akım güçleri diyebileceğimiz çevreleri -ki bu alanda partiler, köklü devrimci hareketler var- su gerici ve liberal dalgaya direndi. Solu ayakta tutan bu tutumdur. Ben de gazetecilik yaşamımda bunu yapmaya çalışıyorum. Siyasal İslamcılara ve liberalizme karşı sıkı bir ideolojik mücadele yürütülmesi konusunda üzerime düşen neyse onun gereğini yapıyorum.
Siyasal İslam’la ideolojik mücadele bütün riskleri alan bir mücadeledir. Tutuklanmamda bu durum etkisi de büyüktür.
Türkiye’de uzun bir süredir dürüst bir ideolojik tartışma, tarih tartışması, cumhuriyet tartışması vb. yapılamadı. Çünkü entelektüel ortam siyasal İslamcılar, liberaller ile Türk ve Kürt milliyetçiliği tarafından terörize edildi.
Milliyetçilik bir kusurdur. Yurtseverlik ile arasında ideolojik, kültürel, tarihsel farklar son derece derindir. Sol milliyetçi değil, yurtseverdir. Milliyetçilik etnik temelli bir tutumu ifade eder. Bu durum “ezilen ulus milliyetçiliği” için de geçerlidir. Hoş görülebilir, ama benimsenemez. Zaten, bir kusur hoş görülebilir ancak. Liberalizm gibi milliyetçiliği de solculuk ve devrimcilik diye anlatmaya başladığınız andan itibaren ideolojik bozulma derinleşir.
Bu tartışmaları yapmak gerekiyordu. Giderek daralıyorsunuz belli semtlere, belli alanlara.. Küçük kültürel medya ortamlarına falan sıkışıp kalıyorsunuz. Yani benim ideolojik ve kültürel alana ısrarla vurgu yapmamın nedeni bu. Bazı tarihsel dönemeçlerde, hatta bütün büyük tarihsel dönemeçlerde esas olarak böyle bir gerçeklik, yani ideolojik-kültürel mücadelenin öne çıktığını görürüz. Bu eylemli bir ideolojik mücadeledir. Eylemden, mücadeleden ve yaşamdan kopuk ideoloji, ölüdür. Oysa biz çok normal bir demokratik ülkedeymişiz gibi davranıyoruz. Sınıfsal olarak adam ya da kadın yoksul eziliyor, sömürülüyor, bitkin düşmüş ama İslamcı veya faşist partiye oy vermeye devam ediyor ve devam da edecek gibi görünüyor. İşte burada ideolojik bir mücadele vermeden, ortada bir yalanın olduğunu, bir yanlışın olduğunu anlatmadan o insanı dönüştürmek mümkün değil. Hem yaşamın içinde örnek ve eşitlikçi bir model ve örnek yaratmak hem de sokakta yanında olmak ve mücadele etmek lazım… Bu mücadele için elinizde ideolojik silahlarınız olacak. Değilse yenilirsiniz.
Özetle sokakta da bir ideolojik mücadeleden söz ediyorum. Hayatın o kızgın pratiği içindeki bir mücadeleden söz ediyorum. Çünkü bir süre sonra sol insan kaynaklarını kaybetmeye başlıyor. Öyle de oldu zaten.
Şimdi biz CHP sorusuyla devam edelim. Yaklaşan bir kurultay, geçmiş bir İstanbul Kongresi ve Cemal Canpolat’ın gündem olan bir konuşması vardı. Bütün bu bağlam içerisinde ne söylemek istersiniz? CHP değişebilir mi? İmamoğlu ve İstanbul’u yeniden kazanabilir mi? Türkiye’nin önünde yeni bir umut inşa edebilirler mi?
Bugün Türkiye’nin temel sorunu umut krizidir. Yani toplum geleceğe ilişkin iyimserliğini yitirmeye başladı. Umut krizini vuracağı en büyük güç soldur, sosyalist harekettir, ilericilerdir, cumhuriyetçilerdir. Emekçi sınıflardır, halktır. Bu umut krizini aşmak lazım. CHP bunun, yani umut krizinin en büyük odaklarından, zeminlerinden biri. Çünkü toplumsal muhalefetin parlamenter düzeydeki de en büyük gücü bu partidir.
Oradaki bir tartışma ister istemez solu etkiliyor. Şimdi ben CHP’deki değişim tartışmasının ideolojik, siyasal ve felsefi bir derinlik ve ivme kazanmasını önemli görüyorum. Parti içi mücadelenin sonucu ne olursa olsun, bu değişim ya da yenilenme tartışmasının bizatihi kendisi önemlidir.
Her halükârda iyi olacaktır bu tartışmanın kendisi, kim seçilirse seçilsin. Çünkü ilk kez -ki bizlerin de etkisiyle- CHP’nin kamucu-halkçı niteliklerinden uzaklaştığı, kurucu değerlerden ve ideolojisinden koptuğuna dair eleştiriler yapılmaya başlandı.
Bunlar bizim söylediğimiz sözler zaten. Bizim yönelttiğimiz eleştirilerdir. Bu parti tarafından içselleştirildiğini ve parti kadroları arasında böyle bir tartışmanın açıldığını görmek iyi bence. Bu tartışma, CHP’yi sola açacaktır. Dolayısıyla kurultay süreci ve değişim tartışmasının başlı başına olumlu olduğunu düşünüyorum. Kim kazanır? Bunu kestirmek zor. Belli ki, Kemal Kılıçdaroğlu bir dönem daha genel başkanlık yapacak. Ben yerel seçimlerden sonra bir yönetim değişikliğinin olabileceğini düşünüyorum. Eğer bir sürpriz olmazsa planlamanın böyle gittiği anlaşılıyor.
Çünkü 4-5 Kasım’da CHP kurultayı var; sonra da yerel seçimlere dört ay kalıyor. Dört ayda bir genel başkan değişikliği genelde olmaz, ama ben Özgür Özel’in de bir sürpriz yapabileceğini, yani toplumdaki rüzgârın etkisiyle bir çıkış yapabileceğini düşünüyorum. Özetle değişim tartışması giderek yönü ve kapsamı belli olmayan ve kişiye sıkıştırılmış bir kavgadan çıkmaya başladı. Bu olumlu bir gelişme. Örneğin Ekrem İmamoğlu’nun Oksijen Gazetesine yazdığı yazıyla, son İstanbul kongresindeki konuşma aynı değildi. Oksijen’deki yazı genel geçer, hatta köhnemiş neoliberal tezlerin savunulduğu bir yazıydı. İstanbul kongresinde yaptığı konuşmayla arasında dağlar var, uçurum var. Kongre konuşması ise daha sol ve nitelikli bir dokuya sahipti. Durum Kılıçdaroğlu’nu destekleyen ekipler akımından da çok farklı değil aslında. Genel merkezin desteğiyle İstanbul il başkanlığına aday olan Cemal Canpolat’ın kongrede yaptığı konuşmaya bakarsanız -onun hırçın, öfkeli tutumu ve belediyelere yönelik suçlamalarını bir yana bıraktığımızda- devrimci bir eleştiri olduğunu görüyorsunuz.
Dolayısıyla bu tartışmanın kendisinin iyi olduğunu, kişilerde de yönetimde de bir yenilenme arayışının ve isteğinin yaygın olduğunu düşünüyorum. Çünkü siyaset kitlelere, sokağa belli sembollerle, sloganlarla, simgelerle iner. Kuşkusuz ideolojik ve felsefi bir arka palanı vardır sokaktaki siyasetin. Olmazsa olmaz niteliktedir. Ancak, kitleler karar verirken geniş felsefi metinlere bakmaz, onlar, çoğu kez büyük hatalar yapsa da söylenen sözlerin altının dolu olup olmadığını sezgileriyle hissedir. Dolayısıyla CHP’de simgelerde de bir değişiklik beklentisi yüksek.
Son olarak Türkiye’nin ve dünyanın diğer önemli gündemi İsrail Filistin Savaşı’na dair. Neler düşünüyorsunuz? 12 Ekim’de ortak bir bildiri yayınlandı TBMM’de. Türkiye’nin tutumu ABD’nin ve Avrupa’nın İsrail’in ardına dizilmesi hakkında neler söylersiniz? Sorunun ikinci bölümünde de şunu sorayım: dünyada da İsrail’den bir propaganda yürütülüyor. Türkiye’de de bunun karşılığı var Özellikle Hamas üzerinden İsrail savunusu yapan kitleler mevcut. Bu kitleler hem propagandadan etkilenen hem de onu besleyen konumdalar. Sizce Hamas’ın varlığı Filistinlilerin yaşadıklarını, mücadelelerini, gayrimeşru kılar mı? Tarihsel bağlam ne ifade ediyor?
Hamas tarihsel olarak Mossad’ın ve CIA’in yol vermesiyle kurulmuş bir örgüt. Tıpkı, El kaide ve IŞİD gibi.. Siyasal İslamcı bir yapılanma… Sünni selefiliğinin dünyadaki temsilcilerinden biri…
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ise seküler milliyetçi örgütlerle sosyalist ve Marksist kurtuluş örgütlerinin birlikte bulunduğu bir çatı yapılanmasıdır. FKÖ içindeki en büyük örgüt de El Fetih’tir
Yaser Arafat’ın lideri olduğu El Fetih Filistin Kurtuluş Örgütü’nün de liderliğini yürütüyordu. İçinde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi sosyalist örgütler vardı. Dolayısıyla o dönemdeki yeşil kuşak siyasetinin bir parçası olarak NATO ve Amerika’nın Sovyetler Birliği ve Sosyalist bloku kuşatma ve çökertme operasyonunun önemli parçalarından biridir. İslam dünyasında siyasal İslamcı örgütlerin ortaya çıkması ve gelişmesinin en önemli nedenlerinden biri budur.
Siyasal İslamcılık bir parça Soğuk savaş imalatıdır. Elbette teolojik ve tarihsel temelleri bulunsa da yani Eşarilik ve Vahhabilik gibi selefi akımların yanı sıra 12. yüzyılda İmam Gazali’nin teolojik çerçevesini çizdiği anlayış siyasal İslamcılığın tarihsel ve ideolojik kaynaklarını oluşturuyor. Tanrı/ inanç merkezli bilgi anlayışı bu akım ve örgütlerin, tarikat ve cemaatlerin çıkış noktasıdır. Ancak siyasal ve tarihsel bakımdan 20. Yüzyılın sonralarında ve 21. Yüzyılda ortaya çıkan, ilkel, özgürlük, demokrasi ve kadın düşmanı siyasal İslamcılık soğuk savaş döneminde teşvik ve imal edilmiştir.
Türkiye’de de öyledir. Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne baktığınız zaman bugün Türkiye’deki bütün İslamcı örgütlerin/ partilerin izini bulursunuz. Dinci bir yapılanma olarak Hamas’a, içinde Marksist örgütleri de taşıyan sola açık ve seküler bir yapılanmaya sahip Filistin Kurtuluş Örgütü’nün önünde bir set oluştursun diye yol verildi. O yüzden işgal altındaki topraklarda örgütlenebildi; dolayısıyla Hamas’ın böyle kirli bir sicili var. Bu sicili unutmamak lazım. Ben bu savaşın, yani Gazze Savaşı’nın siyasal İslamcı bir hareketin 21.yüzyılda hiçbir toplumsal harekete, bir ulusa, bir halka önderlik etme kapasitesi ve yeteneğinin olmadığını ortaya çıkardığını düşünüyorum.
Kendi toplumunu / ulusunu yıkıma götürecek ve kaybedilmesi kaçınılmaz bir savaşı başlatmış olmasını anlamlandırmak mümkün değil. İlk saldırı dalgasında sivillerin ölümüyle sonuçlanan bir tablo yaratıp -tespitiniz doğru- dünyada İsrail yanlısı bir havanın oluşmasına yol açtı. Çocukların, kadınların, sivillerin ilk saldırı dalgasında öldürülmüş olması büyük bir suçtur.
İsrail’de bir dinci faşist bir iktidar var… Yani Siyonist ve faşist bir iktidar. Netanyahu iktidarı, daha küçük faşist partilerle koalisyon yaparak yönetime geldi. Hükümeti ele geçirdi, devlete de bütünüyle hâkim olmaya çalışıyor. Ceza kanununu ya da ceza muhakemeleri usulü kanununu değiştirerek bir yargılanamazdık düzeni kurmaya, işlediği suçlar karşısında yargı denetimini engelleyecek düzenleme yapmaya çalışıyor. Bu karşı aylardır İsrail halkının önemli bir bölüm sokaklardaydı biliyorsunuz. Büyük bir demokratik ve antifaşist protesto eylemleri vardı, ülke sarsılıyordu. Sokaklar son derece hareketliydi. Hamas’ın saldırısı bütün bunları ortadan kaldırdı. Yani Netanyahu’ya altın tepsi içinde demokratik hak ve özgürlükleri askıya alacak bir imkân sundu. Onlar (Hamas) bir devlet krizi olduğunu düşündüler ve bu devlet krizinden yararlanmaya çalıştılar. Ama sonuç olarak merdiven altında üretilmiş birtakım füzelerle İsrail gibi askeri sanayi kompleksi son derece geliştirilmiş, Batı’nın o utanç verici soykırımın kefaretini ödemek için kayıtsız şartsız desteği ile Amerika Birleşik Devletleri’nin güçlendirdiği bir İsrail’e karşı bu yöntemle savaşılamayacağı açık.
Hamas, Gazze’nin yok edilmesi için İsrail’e, dinci-faşist Netanyahu iktidarına bir gerekçe sundu. Netanyahu iktidarı, bu fırsatı değerlendirdi. Gazze’de niye Hamas var? Çünkü Gazze’de Hamas Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı bir saldırı başlattı. Ciddi bir iç savaş yaşandı. Filistin mücadelesini bugüne kadar taşıyan çok sayıda Filistinli gerillayı katlettiler. Filistin ikiye bölündü. Siyasal İslamcı hareket tarafından zorla el konulmuş topraklar onlar. Yani gerçek bir seçimle iktidara geldikleri topraklar değildir. O yüzden Filistin Devleti iki parçalıdır. Şimdi Batı Şeria’da savaş yok, Mahmut Abbas’ın lideri olduğu şekilsel de olsa orada bir Filistin devleti var. Ana, egemen o bağımsız kendi maliyesi, bürokrasisi, ordusu olan; sınırları belirlenmiş bir Filistin Devleti yok. Birleşmiş Milletler, Filistin devletini tanıyor, ama bunun gerçek bir devlet olmadığını hepimiz biliyoruz Gazze bunun bir parçasıydı. Gazze’yle Batı Şeria arasında fiziki bir bağ da yok. Yani bir kara bağlantısı da yok.
Diğer taraftan Netanyahu da İsrail halkının tamamını temsil etmiyor. Oradaki gerici, faşist bir koalisyondur Netanyahu iktidarı. Savaşlarda önce ve en çok gerçekler kirlenir. Biliyorsunuz, Batı medyasında çıkan haberlerde Hamas çocuk hastanesini bastı, yeni doğan bebeklerin boğazını kestiler diye haberler çıkıyor. Bunların tamamı kara propaganda. Ben Hamas’ın da savaş ahlakından, savaşın kurallarından bu kadar kopabileceğini hiçbir zaman düşünmedim. Ama siviller öldü, sivilleri öldürdüler. Sadece İsrailli olduğu için öldürdükleri siviller çok. Böylece kendi meşruiyetlerini büyük ölçüde yitirdiler. Ve Gazze’nin belki de yeniden işgal edilmesi için bir gerekçe yarattılar. İsrail yönetimi bunu bir fırsata çevirerek Gazze’yi yıkıyor. Gazze’yi yaşanmaz hale getirerek onu direnişçilerden temizlemeye çalışıyor diye düşünüyorum. Şimdi katliam yapan, dinci-faşist İsrail yönetimidir. Asıl büyük sivil katliam şimdi Siyonistler tarafından Gazze’de yapılıyor. Buna şiddetle karı koymak gerekiyor.