Yaşam

Yılın sonuna doğru zamanın sessiz öğretileri

Yeni yılda belki büyük şeyler olmayacak, belki de hayatını kökten değiştirecek bir an kapını çalacak: Kim bilir? Ama şunu unutma: Küçük adımların da büyük anlamları vardır. Bir tebessümün, bir selamın, bir dost sohbetinin, bir kendine gelişin:

Yılın son günlerine yaklaşırken, zaman sanki biraz daha yavaş akıyor. Sokaklardaki ışıklar, vitrinlerdeki renkler, havadaki soğuk bile içinde başka bir anlam taşımaya başlıyor. İnsan, farkında olmadan iç hesaplaşmalara dalıyor; biten bir yılın ardından kalanlara, eksiklere, tamamlananlara, bir türlü tamamlanamayanlara bakıyor.

Belki bir mesaj yazılmamış olarak kaldı, belki bir özür gecikti, belki de bir teşekkür hiç söylenmedi. Belki bazı hayaller gerçekleşti, bazıları ise bir sonraki yılın umutlarına devredildi. Ama her yılın sonunda aynı gerçeği fark ediyoruz: Zaman, bize fark ettirmeden şekillendiğimiz bir öğretmen aslında.

Yeni yıl, bir başlangıçtan çok bir hatırlatmadır. Kendimizi yeniden kurma, eksik yanlarımızı tamamlama, kırılan yerlerimizi onarma fırsatıdır. İçimizdeki en derin yerlerde saklanan 'yenilenme' isteğini kendine getirir. Bu yüzden takvimler değişirken insanlar hem hüzünlenir hem umutlanır; çünkü geçmişin ağırlığıyla geleceğin ihtimalleri aynı anda taşır insanı.

Belki bu yıl da gözünden yaş akıttığın zamanlar oldu. Belki kalbin yoruldu, belki güvenin kırıldı. Ama bütün yorgunluklara rağmen bir yerlerde, çok derinlerde, hâlâ bir ışık taşıyorsun. Bu ışık, seni bugüne kadar getiren en güçlü tarafın: Ve yeni yıl, o ışığı biraz daha parlatma fırsatı.

Yeni bir yıl gelirken kendine en çok şunu hatırlatmalısın: Geçen zaman seni eksiltmedi; seni değiştirdi, büyüttü, olgunlaştırdı. Kendini biraz daha iyi tanımanı sağladı. Kimi yaraların hâlâ taze olabilir ama iyileşmek, takvimin değil kalbin kararına bağlıdır.

Yeni yıla doğru ilerlerken içindeki ses ne diyorsa onu duy. Kendine şefkat göster. Olmadığın biri olmak için çabalamayı bırak; olduğun hâlinle bile değerli olduğunu hatırla. Çünkü yeni yıl, önce kendine iyi davrananların kapısını çalar.

Ve takvim yaprağı değiştiğinde, aslında hiçbir şey büyülü bir şekilde farklı olmayacak. Ama sen istersen her şey değişebilir.

Şiir ve Psikiyatri Kavşağında

Yusuf Alper

Sanat ile psikiyatri arasındaki ilişki, modern dünyanın entelektüel tartışmalarında her zaman özel bir yere sahip olmuştur. Bu iki alan, insan deneyiminin en derin katmanlarına yöneliyor olmaları açısından birbirlerine son derece yakın; fakat yöntem, amaç ve kavrayış biçimleri bakımından da bir o kadar farklıdır. Sanatçılar ve psikiyatristler arasındaki karşılıklı merak kadar, kimi zaman keskinleşen yanlış anlamalar da bu ilişkinin tarihsel dokusunu belirlemiştir.

Sanat çevrelerinde psikiyatriye yönelen en güçlü eleştiriler, özellikle bilinçdışı süreçlere vurgu yapan psikodinamik ekollere ilişkindir. Freud'un, sanatçıların yaratıcı süreçlerini kimi zaman bastırılmış çatışmaların, takıntıların ya da travmatik yaşantıların dışavurumu olarak yorumlaması, sanatçıların önemli bir bölümünde 'psikiyatrinin sanatı patolojikleştirdiği' düşüncesini beslemiştir. Bu bakış açısına göre psikiyatri, sanatçıyı çoğu zaman 'hasta' kategorisine yerleştirmekte; yapıtı ise daha çok bir semptom, yani ruhsal bozukluğun işareti olarak görmektedir.

Oysa bu eleştiriler, psikiyatrinin tamamını kapsayan nesnel bir değerlendirme olmaktan çok, tarihsel bağlamı içinde ortaya çıkmış önyargıların bir ürünüdür. Çünkü modern psikiyatri, özellikle de çağdaş psikoterapi yaklaşımları, sanatçıların ruhsal işleyişini hastalık eksenine sıkıştırmadan anlamaya yönelik çok daha esnek ve bütüncül bir tutum geliştirmiştir.

Bir sanatçının yaratma süreci, temelde öznel bir deneyimdir. Bu deneyimi dışarıdan bilimsel kategorilerle açıklamaya çalışmak, kimi zaman kaçınılmaz bir indirgemeciliği beraberinde getirir. Ancak burada unutulmaması gereken temel nokta, psikiyatrinin amacının sanatsal yaratımı küçümsemek ya da patolojiye indirgemek olmadığıdır. Psikiyatri, insan zihninin işleyişini kavramaya çalışırken sanat da bu işleyişin estetik ve duygusal yansımalarını üretir. Dolayısıyla her iki alanın kesişiminde, bir gerilim kadar, karşılıklı bir öğrenme imkânı da vardır. Şair-yazar Yusuf Alper'in ' Şiir ve Psikiyatri Kavşağında', Özgür Yayınları ile okurlarla buluşuyor.

Sobelenmiş Dizeler

Zuhal Başpınar

Şair Zuhal Başpınar'ın Hayal Yayınları'ndan çıkan 'Sobelenmiş Dizeler' adlı şiir kitabı, ilk bakışta naif bir lirizmin taşıyıcısı gibi görünse de, daha yakından incelendiğinde hem kimlik hem de duygusal kırılganlık üzerine yoğunlaşan içsel bir sığınma hikâyesi sunar. 'Sobelenmiş Dizeler' Hayal Yayınlarıyla okuyucuyla buluşuyor.

İsimsiz bir sardunyayım/hayallerine mülteci/görkemli yenilgilerle düşen/her yaprağım sevda yanığı/içimde mızıka sesli çocuklar/ dışımda lirik bir gülüş/suç ortağım şiirle/güzel sobelendik

Şiirin en çarpıcı ifadelerinden biri olan 'hayallerine mülteci' dizesi, modern insanın ruhsal hareketliliğini anlatan güçlü bir metafordur. Mültecilik burada fiziksel değil, psikolojik bir göç anlamı taşır. Öznenin kendini başkasının hayallerine sığınmak zorunda hissetmesi, hem aşkın yönünü hem de duygusal bağımlılık hâlini görünür kılar. Bu göç, bir zorunluluk hissi taşır; aynı zamanda bir teslimiyet olarak da okunabilir.

'Görkemli yenilgilerle düşen her yaprağım sevda yanığı' dizesi, şiirin en dramatik kırılma anını oluşturur. Yenilginin 'görkemli' oluşu, acının estetize edilişine işaret eder. Şair, aşkın yaralarıyla baş ederken onları bastırmak yerine bir tür parlaklıkla süsler; böylece sevdanın kırıklıkları aynı zamanda öznenin kendini var ettiği bir güzergâha dönüşür.

Son dize, 'suç ortağım şiirle güzel sobelendik', metindeki en özgün vurgulardan biridir. Şiir, artık öznenin sadece ifade alanı değil, aynı zamanda gizlerini paylaştığı bir ortak haline gelir. Bu suç, negatif bir anlam taşımaktan ziyade, içsel saklılıkların güzelliğini koruma eylemidir. 'Sobelenmek', çocuk oyunlarındaki yakalanma anını çağrıştırır; böylece şiir, hem masumiyet hem de ifşa olma duygusunu birlikte taşır.

'Sobelenmiş Dizeler', görünüşte kısa ama yoğun bir içsel göç ve kendini arayış metnidir. Başpınar'ın dizeleri, mültecilik, kırılganlık, içsel çocuk, dışsal maske ve şiirin bir aracı olmaktan öte bir yoldaş hâline gelişi üzerinden çok katmanlı bir duygu örgüsü kurar. Şiir, okuru sadece imgelere değil, bu imgelerin taşıdığı varoluşsal gerilime de davet eder. Bu yönüyle Başpınar'ın şiiri, modern şiirin bireysel yalnızlığı yeniden kuran damarına yaslanırken, aynı zamanda içsel iyileşmenin şiirle mümkün olabileceğine dair umutlu bir alan açar.

Kocaeli Edebiyatçıları Derlenimi

Gül Anasal

Edebiyat, çoğu zaman bireyin iç dünyasına eğilen bir sanat dalı olarak kabul edilir; ancak şehirlerin ruhunu taşıyan, onların hafızasını kaydeden, toplumsal dönüşümlerin izlerini tutan güçlü bir araç olması sebebiyle kent çalışmalarının da vazgeçilmez bir bileşenidir. Şair-yazar Gül Anasal'ın Aydili Sanat Yayınları'ndan çıkan Kocaeli Edebiyatçıları Derlenimi tam da bu noktada devreye girer: Bir kentin iç yüzünü edebiyatçıların kalemi ve tanıklığı üzerinden ortaya seren özgün bir kültürel bellek çalışmasıdır.

Bir kenti tanımak için binalara, sokaklara, tarihe ya da istatistiklere bakmak mümkündür; fakat bir kentin ruhunu anlamak için mutlaka şairlere ve yazarlara kulak vermek gerekir. Çünkü edebiyatçı, yaşadığı coğrafyanın sadece tanığı değil aynı zamanda yorumcusudur. Anasal'ın çalışması, Kocaeli'ni yalnızca coğrafi bir mekân olarak değil, bir duygu ve deneyim alanı olarak okuma çabasının sonucudur.

Derlenim, kentin sosyal dokusunu, modernleşme süreçlerini, göç dinamiklerini ve kültürel çeşitliliğini edebiyatçılar üzerinden görünür kılarken aslında başka şehirler için de model olabilecek bir yöntem önerir: 'Kenti anlamak için önce onun anlatıcılarına bak.'

Yerel edebiyat çalışmalarının en büyük katkılarından biri, bir kentin kendine ayna tutmasını sağlamalarıdır. Kocaeli, sanayi kimliğiyle bilinen bir şehir olarak çoğu zaman kültür ve sanat açısından göz ardı edilmiş görünür. Bu derlenim ise tam da bu algıyı kırarak Kocaeli'nin görünmeyen kültürel damarlarını açığa çıkarır.

Anasal'ın çalışması, kentin edebiyatçılarının üretimlerini biraraya getirirken aslında Kocaeli'nin farklı dönemlerine, kırılmalarına ve toplumsal hareketlerine dair sessiz bir tarih yazımı gerçekleştirir. Böylece kitap, yalnızca edebiyatçıları tanıtan bir rehber değil; aynı zamanda kentin kültürel özsaygısını ve kendilik bilincini güçlendiren bir bellektir.

'Kocaeli Edebiyatçıları Derlenimi' kent ile edebiyat arasındaki ilişkiyi tek yönlü bir akış olarak görmez. Kent, edebiyatçıyı besler; edebiyatçı da kente yeni anlamlar kazandırır. Bu karşılıklı etkileşim, her kentin kendi özgün anlatısını kurmasını sağlar. Anasal'ın çalışması, bu döngüyü görünür kılarak kent-edebiyat ilişkisinin dinamiklerini tartışmaya açar.

Çizgi Dışındakiler

Sanat dünyasının farklı alanlarında boy gösteren sanatçılar, edebiyatın kapılarını da araladı. 'Çizgi Dışındakiler' bölümünde televizyon, dizi ve sahnelerde gördüğümüz gönlü edebiyat için atan aktörlerin, sanatçıların kitaplarını tanıtacağız.

Luna

Buğra Gülsoy

Buğra Gülsoy'un Luna'sı, okurunu ilk cümleden itibaren bir belirsizliğin kıyısına bırakır: 'Bildiğin her şeyi unut.' Bu cümle, sadece bir uyarı değil, romanın bütün varoluş sorunsalını taşıyan bir eşiktir. Çünkü Luna, bilginin değil unutuşun, öğretilenin değil sorgulananın, duyuşun değil sezginin romanıdır. Okur, bildiğini sandığı dünyanın dışında bir yerlere adım atmak zorunda kalır. Romanın temel iddiası şudur: İnsan, hakikati sandığından çok daha önce kaybetmiştir. Daha doğrusu, hakikat ona hiçbir zaman tam anlamıyla verilmemiştir. Gülsoy, öğretildiği için 'doğru' kabul edilen normların görünmez birer pranga hâline geldiğini anlatır. Bu normlarla büyüyen birey, özgür olduğunu sanır; fakat aslında kendi zihninin iç duvarlarında yankılanan sesleri tekrar eden bir sürgündür. Toplumsal yapı, bilgiyi bir ışık olmaktan çıkarıp bir perdeye dönüştürür. Bu perde, bireyin hakikate bakışını karartır; ancak birey, bu karanlığın karanlık olduğunu bile fark etmez. Gülsoy'un romanı, bu tutsaklığı modern bir kırılma anı olarak sunmaz. Aksine, insanlık tarihinin derinlerine yerleşmiş bir alışkanlık olarak görür. 'Binlerce yıllık kanıksanış' sözü, insanın kendi içsel evreninden ne kadar uzaklaştığını gösteren bir tür tarihsel iç çekiş gibidir. Bu noktada roman, psikolojik bir çözümleme ile toplumsal bir eleştiriyi aynı potada eritir. İnsan, korkularının esiri oldukça kalıpların dışına çıkamaz; kalıpların dışına çıkamadıkça da kendi özüne doğru akacak o 'nehir' kurur, yönsüzleşir. Luna, modern yaşamın görünmez boyunduruğunu da işaret eder: İnsanların rahatça yönetilebilmesi için kaygılar üretilir, stres rutinleştirilir, nefes bile kontrol altına alınır. Böylece insan, kendi 'gerçeklik illüzyonu' içinde debelenen bir varlığa dönüşür. Buğra Gülsoy, burada varoluşsal bir soru ortaya koyar: İnsan gerçekten kendi hayatını mı yaşıyor, yoksa başkalarının onun adına çizdiği bir senaryoyu mu?

Romanın sarsıcılığı tam da bu soruda yatar. Çünkü Gülsoy, sorunun cevabını vermek yerine okura bir ayna uzatır.

Miras

Nejat İşler

Nejat İşler'in Miras'ı, bir hikâyeden çok bir yüzleşme biçimi. Ölümün gölgesiyle, dostluğun sıcaklığıyla, yarına dair belirsizliklerle, kendi içindeki hesaplaşmalarla yoğrulan bir iç konuşma: İşler, kendi yaşamını anlatırken aslında okurun da hayatına tutulan bir aynayı parlatıyor; geçmişle şimdi, gençlikle olgunluk, dostlukla yalnızlık arasında gidip gelen bir yolun hikâyesini kuruyor.

Bazen sana düşen değil, bulduğun mirastır hak ettiğin.

Kitap, daha ilk cümlesinden itibaren teslimiyetle meydan okuma arasındaki ince çizgiye dikkat çeker. Miras, soyut bir kavramdan -bir yaşam tarzı, bir bakış, bir duruş mirasından- somut bir duygusal yük devralmanın anlatısıdır. İnsan, her zaman hak ettiğini seçemez; bazen bulduğuyla sınanır, bulduğuyla büyür.

Nejat İşler'in gençliğine, hayal kırıklıklarıyla umutların iç içe geçtiği bir döneme açılır perde. Yıl 2000'dir; mevsim bahardır ama romanın altında ağır bir sonbahar sessizliği dolaşır. Çünkü o yolun üzerinde vadesi yaklaşan bir dost vardır: Barış Abi. Bu yolculuk, sıradan bir yolculuk değil; bir vedanın fark edilerek edilmeyişi, sonun baştan bilinip yine de susulmasıdır. Bir insanın ömrünün son demlerinde yanında olmak, yalnızca vefa değil, aynı zamanda insanın kendi kırılganlığıyla yüzleşmesidir. Ege'nin kıvrıla kıvrıla inen yolları, yalnızca mekân değil, iç dünyanın metaforudur. Nejat, o yollarda başka çıkar, başka varır. Yol anlatılarının kadim gerçeği tekrar eder: Yola çıkan kişi dönüşte artık o değildir.

Barış Abi, kızı Güler, dostluk, sorumluluk, ölümün yakıcılığı: Her biri, genç bir adamın omzuna birer yük değil, birer iz bırakır. Bu izler, kitabın adındaki 'miras'ı sessizce dokuyan örüntülere dönüşür.

Öneri

Ayrılık Sevdaya Dahil

Attilâ İlhan

Attilâ İlhan, şiirlerinde sadece bireylerin duygularını değil, aynı zamanda kentin ruhunu da incelikle resmeder. 'Ayrılık Sevdaya Dahil' adlı eserinde, okuyucuya hem insanlar hem de mekanlar üzerinden bir yaşam panoraması sunar. İlhan'ın kalemi, sıradan gibi görünen hayatları sahici birer portreye dönüştürür ve kent yaşamının karmaşasını insan ruhuyla bütünleştirir.

Mevsimlik sevdaların unutulmuş kızları, tasaları gizli cam güzeli

kızlar, Sansaryan Han'da sorgulananlar, kullanılmış yüzlerini

aynalara bırakan muhbirler, derinlemesine yalnız tutuklular,

mağlup sarhoşlar, parmak uçlarından yıldızlar damlayan adamlar:

Şiirin açılışında 'mevsimlik sevdaların unutulmuş kızları' ifadesi dikkat çeker. Burada İlhan, yalnızca bireysel bir acıyı değil, geçici ilişkilerin, kentin yüzeyde parlayan ama derinlerde unutulan hayatların temsilini yapar. Bu kızlar, şehirde adeta birer gölge gibi dolaşırlar; görünür olsalar da, geçmişin izlerini hâlâ taşırlar. Kentin hızlı ve değişken ritmi, onların duygularını, umutlarını ve kırgınlıklarını derinleştirir.

Attilâ İlhan'ın en güçlü yanlarından biri, okuyucuyu kendisiyle ya da çevresindekilerle özdeşleştirebilmesidir. 'Parmak uçlarından yıldızlar damlayan adamlar' gibi imgeler, hem şiirsel bir estetik sunar hem de sıradan insanların iç dünyasındaki güzelliği ve gizemi açığa çıkarır. Okuyucu, bu karakterlerde kendinden bir parça bulur; kimisi tanıdık bir arkadaş, kimisi bir yabancı, kimisi ise aynadaki kendi yansımasıdır. İlhan'ın kenti, hepimizin kentidir; onun insanları, hepimizin insanlarıdır.

'Ayrılık Sevdaya Dahil', Attilâ İlhan'ın kent ve insan ilişkisini derinlemesine işlediği bir şiirdir. Şiir, yalnızlık, sevda, kırılganlık ve hafıza temalarını bir araya getirerek okuyucuya hem görsel hem de duygusal bir deneyim sunar. İlhan'ın kent resimleri, mekanın ve bireyin iç içe geçtiği, sahici ve dokunaklı bir gerçekliktir. Bu eser, modern insanın duygusal labirentinde bir yolculuk yapmamıza olanak tanır; şiirin her dizesi, hem kentle hem de kendimizle yüzleşmemizi sağlar.

Tuğçe Yerdelen ile Kitap Saati