Yaşam

Mucize arıyorsan kitap okumaya başla

Yağmur, hafiflemeye başlamıştı. Artık sadece bir serçe gibi değil, bir insan gibi hissediyordu. Yalnız olabilirdi, ama yalnızlık, onu daha güçlü kılabilirdi. Ne de olsa, bazen acıdan, yoldan, karanlıktan geçmek gerekiyordu. Sonra, bir gün, bir ışık belirecekti

Rüzgar, geceyi daha da koyulaştırıyordu. Şehirdeki ışıklar solmuş, her şey gri ve kasvetli bir örtüyle örtülmüştü. Adım adım, sokakların köşelerinden birer birer çıkıp, bilinçsizlik ve yalnızlık içinde kaybolan bir adam yürüyordu. Etrafındaki her şey yabancıydı, her şey birbirine benziyordu. Sadece bir yol vardı, o da devam etmekti. Yağmur yağıyordu, ince ince, soğuk. Yağmurun altında, küçük bir serçe gibi, titreyerek yürüyordu. Ayakları, betonun ıslak yüzeyinde yankı yapıyordu, ama duyduğu tek şey yalnızlığının yankılarıydı. Adı Umut'tu, ama şu an en çok ihtiyacı olan şey, belki de umudunu kaybetmişti. Nereye gittiğini bilmiyordu. Sadece gitmek zorundaydı.

Bazen, insanların hayatlarına bir süreliğine dokunup, sonra kaybolmak gibiydi her şey. Hep bir yoldaş arayışındaydı ama bulamıyordu. Bir zamanlar varmış gibi hatırladığı bir sıcaklık, bir ses, bir güven arayışı, şimdi sadece yorgun bir hatıra gibi kalmıştı zihninde. Kimse ona nereden geldiğini, nereye gittiğini ve nedenini anlatmamıştı. Bunu yapabilecek birini bulamamıştı. Birçok kez yardım etmek istemişti, ama bir türlü becerememişti. Her bir yardım çabası, bir duvara çarpmıştı; sesini duyurmak, yardım elini uzatmak, birine bir şeyler vermek: Hepsi, o diğer karanlık dünyaya, kaybolmuş bir noktaya gitmişti. O nokta, hiçbir zaman geri dönmemişti. Ve bu yüzden, o yüzden bu kadar yorulmuştu.

Bir gün, çok eskiden birisi ona demişti: 'Yalnızlık, bazen senin içindeki en büyük savaşçıdır. Eğer onu yenecek gücü bulabilirsen, diğer her şeyin üstesinden gelebilirsin.' Ama Umut, içindeki yalnızlıkla savaşı kaybetmişti. O savaşı çoktan bitirmişti. Yağmurun sesi, kalbinin sesinden daha yüksekti. İçindeki o derin acı, bütün geceyi yutmuştu. Gecenin içinde, yalnızca acı ve korku vardı. Ve sonra bir gece, Umut yine yağmurun altında yürürken, eski bir kitapçı dükkanının camından içeriye bakarken gördü. Dükkanın içi kararmıştı, fakat pencere camındaki buğuda çok silik bir yansıma vardı. O yansıma, Umut'a bir şeyi hatırlattı; çok eskiden bir yerlerde, bir zamanlar, birinin ona gösterdiği o yolu: O yol ki, bir zamanlar umutla gitmeye karar vermişti. Ama o yol, artık kaybolmuştu.

Bir adım attı, ardından bir adım daha. Sonra bir adım daha. Sanki bir şey onu içeriye çekiyordu. Girişin kapısını açtı, içeri girdi.

Kitapçı dükkanının havası, çok farklıydı. İçerisi, ağır kitap kokuları ve eski sayfaların arasındaki sessiz bir huzurla doluydu. Dükkanın köşesinde, bir yaşlı adam, kitapları yerleştiriyordu. Gözleri, yorgun ama sıcak bakıyordu. Birden, adamın gözleri Umut'u fark etti.

'Bir şey arıyorsun, değil mi?' dedi adam.

Umut donakaldı. Ne diyeceğini bilmiyordu. Ama bir şekilde, her şeyin aynı olduğunu, her şeyin kaybolmuş olduğunu hissetti. 'Yoldaşımı arıyorum,' dedi, sesi kısık. 'Yoldaşımı: ama her şey kayboldu. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.'

Yaşlı adam gülümsedi. 'Yoldaşını her zaman içinde bulursun. Ama bunu anlaman için önce yalnız kalman gerek.'

Umut, bir an, her şeyin bir anlamı olup olmadığını düşündü. Yağmur hala yağıyordu, ama bu kez yağmur ona yabancı değildi. Yağmur, umutsuzluğundan, yalnızlığından, acısından bir tür dost gibiydi.

Kitapçıdaki adam, bir kitap çıkarıp Umut'a uzattı. 'Bunu oku. Belki içindeki cevabı bulursun' dedi.

Umut, kitabı eline aldı. Sayfalar ağırdı, ama bu kez bir yük değil, bir yolculuğa adım atmak gibi hissettirdi. Ve birden, ilk kez o kadar yalnız hissetmedi. Evet, yolculuğun sonu belirsizdi, ama bu yoldaşla, en azından bir adım atabileceğini düşündü.

Ve belki de, belki de bu gece, Umut'un yolculuğunun başlangıcıydı.

Başucu kitabı

Avcunuzdaki Kelebek

Ahmet Şerif İzgören

Bir kitabın adı bazen içeriğini tek cümlede özetler. Ahmet Şerif İzgören'in 'Avcunuzdaki Kelebek' adlı eseri de tam olarak bunu yapar. Kelebek; narin, güzel ve özgürdür. Avuç ise sorumluluğu ve seçimi temsil eder. Yazar bu metaforla okura net bir mesaj verir: Mutluluk, başarı ve anlamlı bir hayat dışarıda bir yerde değil, kişinin kendi elindedir. Onu incitmeden tutmak da uçup gitmesine izin vermek de bizim seçimimizdir.

'Avcunuzdaki Kelebek', okuru hazır cevaplarla yönlendiren bir kitap olmaktan çok, doğru soruları sordurmayı amaçlar. 'Ben kimim?', 'Hayattaki gayem ne?', 'Gelecekte kendimi nerede görüyorum?' gibi sorular, kitabın omurgasını oluşturur. Ahmet Şerif İzgören, bu soruların cevabını doğrudan vermez; aksine okurun kendi iç sesini duymasını sağlar. Bu yönüyle kitap, bireyin kendisiyle yüzleşmesine ve hayatını daha bilinçli bir şekilde yönlendirmesine yardımcı olur.

Kitabın en dikkat çekici yönlerinden biri, anlatım tarzıdır. Yazar, teorik bilgilerle okuru yormak yerine, kısa hikâyeler ve gerçek hayattan örneklerle mesajlarını güçlendirir. Bu hikâyeler, hem kitabın akıcılığını artırır hem de anlatılan düşüncelerin zihinde daha kalıcı olmasını sağlar. Okur, kendini bir ders kitabı değil, samimi bir sohbetin içinde hisseder.

Avcunuzdaki Kelebek, yalnızca bireysel mutluluğa odaklanmaz; iş dünyasına da temas eder. Hedef belirleme, sorumluluk alma, emek verme ve sabırlı olma gibi kavramlar, hem kişisel yaşam hem de profesyonel hayat açısından ele alınır. Yazar, başarının tesadüf olmadığını, doğru bakış açısı ve istikrarlı çabayla mümkün olduğunu vurgular. Bu yaklaşım, özellikle yolun başındaki genç okurlar için yol gösterici niteliktedir.

Çocuklar için kitaplar

Mimar Sinan ve Gizemli Mektup

Esra Odmer İyier

Dâhilik yalnızca ortaya konan eserlerle ölçülmez. Asıl ölçüt, o eserlerin yüzyıllar sonra bile insanlara ne söylediğidir. Taşın, harcın ve geometrinin ötesine geçen bir akıl; zamanı aşan bir dil kurabiliyorsa, işte orada gerçek deha başlar. Mimar Sinan, bu dili en berrak konuşabilen nadir isimlerden biridir.

Sinan'ın mimarlığı, görkemli kubbelerden ibaret değildir. O, yapının arkasındaki düşünceyi de inşa eden bir ustadır. Her kemer, yalnızca yük taşımaz; bir fikri de ayakta tutar. Her pencere, ışığı içeri alırken aklı da aydınlatır. Sinan'ın eserlerine bakanlar, bir mühendislik harikasını görür; dikkatle bakanlar ise bir dünya görüşüyle karşılaşır.

Onu farklı kılan, yaşadığı çağın sınırlarını kabul etmemesidir. Sinan, dönemin imkânlarını zorlamış; fakat bunu gösteriş için değil, insanın mekânla kurduğu ilişkiyi daha doğru kılmak için yapmıştır. Cami, onun elinde yalnızca ibadet edilen bir yapı olmaktan çıkar; toplumu biraraya getiren, insanı kendisiyle baş başa bırakan ve aynı anda gökyüzüyle konuşturan bir mekâna dönüşür. Bu çok katmanlı yaklaşım, Sinan'ın olaylara bakışındaki derinliği gösterir.

'Gizemli mektup' düşüncesi tam da burada anlam kazanır. Sinan, geleceğe açıkça yazılmış satırlar bırakmamış olabilir; fakat eserlerinin her biri, sonraki kuşaklara gönderilmiş birer mektup gibidir. Bu mektuplarda acele yoktur, bağıran cümleler yoktur. Sessiz ama net bir anlatım vardır: Ölçü, denge, sadelik ve saygı. Doğaya, insana ve zamana duyulan saygı.

Sinan'ın öngörüsü, malzemeyi doğru tanımasında ve mekânı doğru okumasında kendini gösterir. Depremleri hesaba katan strüktürler, ışığın gün boyu değişen hareketine göre planlanan iç mekânlar, şehrin siluetini bozmadan ona karakter kazandıran yapılar: Bunların her biri, yalnızca bugünü değil, yarını da düşünen bir aklın ürünüdür. Bu yüzden Sinan'ın eserleri eskimez; yaş alır ama yıpranmaz.

Mimar Sinan'ı okumak, yalnızca geçmişi anlamak değildir. Aynı zamanda geleceğe nasıl bakmamız gerektiğini öğrenmektir. Onun mektupları hâlâ açıktır; taşta, kubbede ve boşlukta yazılıdır. Okumayı bilenler için bu mektuplar, dâhiliğin gösterişte değil; anlamda, dengede ve sorumlulukta saklı olduğunu fısıldar. Ve belki de Sinan'ın bize bıraktığı en güçlü iz şudur: İnsan, yaptığı işle zamanın ötesine seslenebilir. Yeter ki o sesi, bilgelikle kurmayı bilsin.

Uykusu Kaçan Horoz

Esra Odman İyier'in 'Uykusu Kaçan Horoz' Hikayesi: Gece Boyunca Ne Oldu?

Bir çiftlikte, sabahın ilk ışıklarıyla her şey uyanmış olurdu, ancak bu gece farklıydı. Uykusu kaçan kırmızı ibikli horoz, gece boyunca uyanık kaldı. Peki, o karanlık saatlerde çiftliktekiler neler yapıyordu? İşte, Esra Odman İyier'in yaratıcı kaleminden çıkan bu eğlenceli hikayeye göz atalım.

Her sabah güne erken başlamak, güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak için sabırsızlanan bir horoz düşünün. Bu horoz, tüm çiftliktekilere sabahın erken saatlerini hatırlatmakla ünlüydü. Ancak bu gece, bir şeyler farklıydı. Geceyi bir türlü uyuyarak geçiremeyen horoz, bir şeyin yanlış olduğunu hissediyordu. Her zamanki gibi sabaha kadar uyumak yerine, etrafı incelemeye ve küçük bir maceraya çıkmaya karar verdi.

Esra Odman İyier'in 'Uykusu Kaçan Horoz' hikayesi, geceyi farklı bir perspektiften ele alırken, aynı zamanda eğlenceli ve sakin bir anlatı sunuyor. Horozun ve diğer hayvanların gece boyunca yaşadıkları, uykusuzluğun ve merakın nasıl bazen bir maceraya dönüşebileceğini gösteriyor. Hem eğlenceli hem de düşündürücü olan bu hikaye, hayvanların dünyasına dair ne kadar çok şey öğrenebileceğimizi gösteriyor.

Polisiye Serisi - Tuna Kiremitçi

Mezun Cinayetleri

Tuna Kiremitçi, Türk edebiyatında özellikle müzik dünyasındaki başarılarıyla tanınan bir isim olsa da Mezun Cinayetleri adlı polisiye romanı ile edebiyat dünyasında da kendine sağlam bir yer edindi. Yazar, ilk kez bir polisiye romanında karşımıza çıkarak, okurları alışılmışın dışında bir başkahramanla tanıştırıyor: Başkomiser Perihan Uygur. Mezun Cinayetleri, yalnızca sıradan bir polisiye değil, aynı zamanda içinde derin bir karakter çözümlemesi, toplumsal eleştiriler ve gerilim dolu bir atmosfer barındırıyor.

Mezun Cinayetleri, İstanbul'un köklü liselerinden birinde, aşure günü düzenlenen etkinlikte başlayan trajik bir olayla açılıyor. Lise mezunu bir işadamı olan Murat Karaağaç'ın okul binasının çatısından düşerek ölümünün ardında, ilk bakışta intihar gibi görünen bir durum vardır. Ancak, olayın hemen ardından soruşturma başlatılır. Başkomiser Perihan Uygur, cinayetin şüpheli olduğunu ve gerçekte başka bir şeyler olduğunu fark eder. Ancak, üst kademe tarafından engellenen soruşturma, Perihan'ın kararlılığını artırır.

Tuna Kiremitçi'nin en büyük yeniliği, alışılmış erkek dedektif kahramanların yerine güçlü bir kadın başkomiser yaratmasıdır. Perihan Uygur, genellikle erkek dedektiflerle özdeşleştirilen agresiflik, kaba güç veya sertlik gibi kalıplardan sıyrılarak, kendi yöntemleriyle vakaları çözen bir karakterdir. Sakinliği, zekâsı ve insanları anlama yeteneği ile kendini tanıtan Perihan, sadece olayları çözmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal sorunlara dair derin bir farkındalık taşır.

Kiremitçi, Perihan'ın karakterini tasarlarken, onu sıradan bir polisiye dedektifinden çok, hayatın ve olayların gerçekliğine dair büyük bir içgörüye sahip biri olarak yaratmıştır. Perihan, soğukkanlı ve derinlemesine analiz yapabilen bir karakter olarak, diğer karakterlerden ve özellikle erkek meslektaşlarından farklı bir yaklaşım sergiler. Bu da onu romanın merkezine oturtan önemli bir unsurdur.

Başkomiser Perihan Uygur'un soruşturması, sadece bir cinayeti çözmekle kalmaz, aynı zamanda toplumun karanlık yüzlerini, insanların geçmişte yaptıkları hataları ve bunların nasıl zamanla birikebileceğini ortaya koyar. Tuna Kiremitçi, polisiye türünde kalırken, aynı zamanda toplumsal yapıyı sorgulayan bir anlatım tarzını benimsemiştir. Mezun Cinayetleri, polisiye türünün en güzel örneklerinden biri olarak literatürdeki yerini alacak gibi görünüyor.

Perinin Ölümü

Kiremitçi, Peri'nin Ölümü ile okuru bir kez daha Başkomiser Perihan Uygur'un keskin zekâsı ve sakin kararlılığıyla buluşturur. Roman, yalnızca bir cinayet soruşturmasını değil; medya, güç, entelektüel çevreler ve yeraltı dünyası arasındaki karmaşık ilişkileri de mercek altına alan çok katmanlı bir anlatı sunar.

Hikâye, İstanbul'un tarih ve yoksullukla iç içe geçmiş semtlerinden Balat'ta başlar. Ünlü romancı Nadir Surkultay'ın eski eşi ve aynı zamanda çevirmeni olan Alman vatandaşı Eva Surkultay, evinde ölü bulunur. Olay yerindeki ilk izlenim, Eva'nın kendi silahıyla yaşamına son verdiği yönündedir. Bu 'kolay açıklama', dosyayı hızlıca kapatmak isteyenler için yeterlidir. Ancak Başkomiser Perihan Uygur için hiçbir ölüm bu kadar basit değildir. Perihan'ın dikkatini çeken küçük ayrıntılar, intihar ihtimalini giderek zayıflatır. Soruşturma ilerledikçe Eva'nın aslında öldürüldüğü anlaşılır ve dosya, derinleştikçe kararan bir yapıya bürünür.

Peri'nin Ölümü, magazin basınının cinayetler karşısındaki rolünü de sert bir biçimde eleştirir. Eva'nın ölümü, kısa sürede manşetlere taşınır. Ancak bu ilgi, gerçeği aydınlatmaktan çok, sansasyon üretmeye yöneliktir. Eva'nın özel hayatı, yabancı kimliği ve eski evliliği üzerinden yapılan yorumlar, soruşturmanın üzerini örten bir sis perdesine dönüşür. Soruşturma ilerledikçe, Eva Surkultay'ın ölümü bireysel bir cinayetin ötesine geçer. Dosyanın ucu, organize suç örgütlerine, yasadışı ilişkilere ve dokunulmaz görünen yapılara kadar uzanır. Edebiyat ve entelektüel çevrelerin steril görünen dünyası, yerini karanlık pazarlıklara ve gizli anlaşmalara bırakır.

Peri'nin Ölümü, 'katil kim?' sorusuyla sınırlamadığını gösteren güçlü bir romandır. Eva Surkultay'ın ölümü üzerinden; güç, bilgi, medya ve suç arasındaki görünmez bağlar sorgulanır. Başkomiser Perihan Uygur ise bu karmaşık ağın ortasında, adaleti aramaktan vazgeçmeyen bir vicdan figürü olarak öne çıkar. Roman, okura şunu hatırlatır: Bazı cinayetler sessiz işlenir, ama ortaya çıkardıkları gerçekler, şehrin en karanlık sokaklarında bile yankılanacak kadar güçlüdür.

Kumarbaz

'Kumarbaz' adlı roman, polisiye türünün kalıplarını aşarak siyaset, güç, vicdan ve geçmişle hesaplaşma temalarını merkezine alan çok katmanlı bir anlatı sunar. Başkomiser Perihan Uygur serisinin dördüncü kitabı olan eser, okuru bu kez Girne-İstanbul hattında ilerleyen, görünürde iki ayrı cinayetin giderek iç içe geçtiği karanlık bir dünyanın içine çeker.

Romanın çıkış noktası, eski TBMM vekili ve bir dönem Türkiye'nin tanınmış iş insanlarından Sadık Alpsoykan'ın Kuzey Kıbrıs'ta ölü bulunmasıdır. Olay, ilk bakışta sıradan bir ölüm gibi ele alınmak istense de, KKTC'nin Türkiye'den destek talep etmesiyle dosya büyür. İstanbul'dan Başkomiser Perihan Uygur ve Ankara'dan Cumhuriyet Başsavcısı Yelda Kansu'nun Girne'ye gönderilmesi, cinayetin yalnızca adli değil, aynı zamanda siyasi ve ekonomik boyutları olduğunu da ima eder. Kiremitçi, bu noktada okuru 'üstü kapatılmaya çalışılan gerçekler' fikriyle baş başa bırakır.

Dil ve anlatım açısından Kumarbaz, sade ama etkileyici bir üsluba sahiptir. Yazar, tempoyu yüksek tutarken karakter derinliğinden ödün vermez. Yan karakterler dahi, güç ilişkilerinin bir parçası olarak konumlandırılır; herkesin bir sırrı, bir korkusu ya da sakladığı bir çıkarı vardır. Romanın adı olan 'kumar', yalnızca casinolarla sınırlı kalmaz; siyasetin, adaletin ve bireysel hayatların da birer kumar masasına dönüştüğünü simgeler.

'Kumarbaz', polisiye anlatıyı toplumsal ve siyasal eleştiriyle beslediği güçlü bir romandır. Okur, yalnızca bir cinayetin çözümüne tanıklık etmez; aynı zamanda gücün, paranın ve suskunluğun nasıl ölümcül sonuçlar doğurabildiğini de görür. Başkomiser Perihan Uygur'un ısrarı ve adalet arayışı, romanın sonunda okurun zihninde uzun süre yankılanan temel soru hâline gelir: Gerçek her zaman ortaya çıkar mı, yoksa bazı dosyalar sonsuza kadar kapalı mı kalır? Kiremitçi, klasik polisiye anlatısının ötesine geçerek, okuyucuyu yalnızca bir cinayetin çözülmesine tanıklık etmekle bırakmaz; aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine inmeyi, toplumsal yapının karanlık köşelerini keşfetmeyi de sağlar.

Biraz da Gülelim

Tekrar inip binsek mi?

Bir makine, bir elektrik, bir de bilgisayar mühendisi arabayla yola koyulmuşlar. Bir süre sonra araba arıza yapmış, kenara çekmişler. Makine mühendisi:

- 'Dur ben bir bakayım...' deyip kaputu açmış. Motor blokuna, şafta, diğer akşamlara bakıp bir şeyler yapmış, arabaya binmiş. Marşa basmış, araba çalışmamış. Elektrik mühendisi:

- 'Dur bir de ben bakayım...' deyip kaputu açmış. Aküye bakmış, kabloları kontrol edip arabaya binmiş. Marşa basmış, araba çalışmamış.

İkisinin de kafası bilgisayar mühendisine doğru dönmüş. Bilgisayar mühendisi:

- 'Eee inip tekrar binsek mi?'

Tuğçe Yerdelen ile Kitap Saati