Geçen yıl Amasra’da 41 insanımızın yaşamına malolan maden faciasının yargı ve adalet boyutunun geldiği nokta tam bir fiyasko ve yasak savmadır. Konuyla ilgili haberleri okuyunca gerilere döndüm…
*
1992’nin 3 Mart akşamı saat 21.00 sıralarında eve yeni girmiştim… Eşim “gazeteden aradılar, acil aramanı istediler” dedi. (O yillarda cep telefonu yoktu. Sadece çağrı cihazları vardı. Ancak o da pahalıydı ve herkese verilmezdi)
Ev telefonundan hemen gazeteyi geri aradım. Yazıişlerinde rahmetli Necdet Doğan vardı. Necdet;
– Zonguldak, Kozlu’da grizu patladı. Yerin altında 300 civarında insan var. Kimseye ulaşamadım, gider misin? dedi.
Habercilik duyarlılığı… Gazetecilik sorumluluğu, coşku ve heyecanı…
Cumhuriyet Gazetesi o yıllarda tarihi adresinde, yani Cağaloglu’ndaki yerindeydi. Türk Ocağı Caddesi, İstanbul Lisesinin karşısında, eski Îttihat Terakki’nin olduğu yerde.
Çantamı sırtladığım gibi yola koyuldum. Bir taksi çevirdim ve K.Çekmece, Cennet Mahallesindeki evimden hızla gazeteye vardım. Necdet, ben varmadan bir araç organize etmişti. Yola çıktık… Maltepe’den foto muhabiri arkadaşım Uğur Günyüz’ü aldık ve son sürat Zonguldak’a hareket ettik. Sabaha karşı 03.00 sularında Kozlu’daki madene, kaza alanına vardık.
*
Maden girişine, kuyunun başına geldiğimde gördüm ki… ağlayanlar, koşturanlar, bağırıp çağıranlar, komut yağdıranlar… aşağıya inip çıkan asansörün “gacur gucur” sesleri…
Her inişte bir umudu gördüm, her çıkışta ise tükenen umutları, hayal kırıklıklarını ve insan ruhunun en ücra genlerine kadar sızan tarifi imkansız acıyı…
Ve gecenin ıslaklığında, yüzleri kömür karası insanlar gördüm, kolkola girmiş ağıt yakarken… Yüzleri vardı ama kapkaraydı… Başları vardı… Başlarında baretleri, baretlerin orta yerinde donuk ışıklı ampulleri vardı…
Biri, diğerine; “Bilmez misin, grizu patladı mı aşağıdan umut kesilir” diye diklenirken, bir kısmı da “duyuyorum sesinizi, bazen derin bir kuyudan, dinliyorum uzakları bazen derin bir uykudan” der gibiydi…
*
Sabah güneş doğup renkler yerli yerine oturduğunda acı gerçek ortaya çıkmıştı. Kuyuda 264 insan hayatını kaybetti. 263’ünün cansız bedeni çıkarılmış, biri bulunamamıştı…
O yıllarda DYP-SHP koalisyon hükümeti yönetiyordu Türkiye’yi. Süleyman Demirel Başbakan, Erdal İnönü de Başbakan Yardımcısıydı…
Kozlu’daki facianın en dramatik yanı neydi biliyor musunuz? Patlamada iki evladını kaybeden bir babanın, en küçük oğlunu işe alsın diye zamanın Devlet Bakanı Ömer Barutçu’ya yalvarması…
Açılan davalar, mahkemeler… duruşmalar… Ne yazık ki hepsi toplumun gazını alma, hepsi ayar ve hepsi durumu kurtarma boyutunda kaldı. Yanı hepsi göstermelik.
*
Madencinin kaderi bu işte…
Her grizu faciasında, her patlamada ne yazık ki bu sahneler, tekrar tekrar yaşanır… Yetkililer, kameraların karşısına geçer ve der ki; “devletimiz her daim vatandaşının yanındadır, yaralar en kısa zamanda sarılacaktır”
Vatandaş da der ki; “Allah devletimize zeval vermesin !”
Ne yazık ki bu kısır ve acımasız döngü, böylesine sürüp gider.
2014’de 301 madencinin hayatını kaybettiği Soma faciası sonrası da böyleydi Amasra’da kaybettiğimiz 41 insanımızdan sonra da öyle… Eklenen tek farklı söylem ise Erdoğan’ın “fıtrat” tespiti.
Kısacası demem o ki; sanki ortada zımni bir anlaşma var. Türk insanı sanki acıya alışkın… Acı çekmeden yaşamasını beceremiyor. Ve her acıdaki siyasi ve idari sorumlulara sıkı sıkıya sarılıp yoluna devam ediyor. Yarınları kurtarma yerine, günü kurtarmayı tercih ediyor.
Oysa; günün değil yarınların kurtarılması öncelenmeli. Bu insanlar; yarınları kurtarma adına, bugünü feda etmeyi göze alabilmeli. İşte bunu yapabildiklerin emin olun Türkiye’de her alanda çok şey değişir. Ve ne bugünkü siyasetçi tipi ne de bugünkü siyaset anlayışı kalır.