Kahvenin kırk yıl hatırı vardır derler.
Bu sözle ilgili çok sevdiğim bir hikâye var.
Cenk R. Girginol “Kahve – Fincandan Lezzete” isimli kitabında bu sözün masalsı bir hikâyeden nasıl ortaya çıktığını anlatır.
Girginol’un kelimeleriyle hikâye şöyle;
“Osmanlı döneminde Üsküdarlı bir kahveci başrolde. Eminönü Yemiş İskelesi’nde kahvecilik yaparken bir gün yeniçeriler kahve içmek için gelirler ve herkese kahve ısmarlarlar. Bir kişi hariç. Rum bir gemi kaptanı! ‘O hariç herkese bizden kahve” diye bağırırlar.
Ancak kahveci buna aldırış etmez ve herkesin kahvesini hazırlayıp servis ettikten sonra iki kahve daha yapar ve Rum kaptanın karşısına oturur. Beraber kısa bir sohbet edip içmeye başlarlar.
Tepkiler gelse de kahveci bu kahveyi kendisinin ikram ettiğini söyleyerek konuyu kapatır.
Aradan yaklaşık kırk yıl geçtikten sonra Sisam Adası’nda bir isyan olur ve kahveci de seferberlik çağrısıyla bu isyanı bastırmak için yeniçeri olarak adaya gider, esir düşer.
O dönemde esir düşen askerler köle pazarında satılırken kahveciyi de iyi bir paraya bir Rum alır.
Yolda giderken bu kadar paraya satıldığına göre epey işkenceye maruz kalacağını düşünürken, belli bir yol kat ettikten sonra kendisini alan kişi kimliğini açıklar.
‘Beni tanımadın mı? Herkes bana karşı durur ve tavır alırken sen bana kırk yıl önce kahve ikram edip sohbet etmiştin. Ben de seni görünce o kahvenin ve sohbetinin hatırına kurtarmak istedim’ der ve kahveciyi serbest bırakır.”
İşte böyle dokunaklı hikâyelerin yaşandığı/ anlatıldığı topraklarda yaşıyoruz.
Sadece kahve veya yanında yenilecek tatlıların çeşitliliğinin olduğu değil, insan çeşitliliğinin de bir zamanlar daha çok olduğu kültür açısından zengin topraklarda…
Tarihi olarak özellikle 1950’lerden itibaren (6-7 Eylül Pogromu) çoraklaşmaya başlayan bir coğrafyada yaşıyoruz.
Yüreği açık, hayatı zengin insanlarmışız eskiden. Eskiden, çok eskiden…
Hâlâ bu çoraklaştırma çabasına karşı bir açıdan direndiğimiz söylenebilir. Elbette bugün bambaşka bir dönem. Toplumbilimcilerin memlekete dair birçok şeyi yeniden okuma-anlama-yazma çabasının olduğu tuhaf bir dönem. Belki de bir “geçiş” dönemi. Nereye, nasıl bir geçiş bu, onu kahve üzerinden okumaya çalışalım.
Kahvenin yöresel lezzetlerini, çeşitlerini bilir misiniz? Ben hepsini Girginol’un kitabından öğrendim.
Bir öğütme biçiminden adını alan dibek kahvesi, taştan içi oyuk havanlarda tokmakla dövülerek öğütülüyor. İzmir, Ayvalık, Foça civarında içilebiliyor.
Elazığ ve Siirt olmak üzere, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde içilen menengiç (çedene) kahvesi var bir de. Aslında kahve değil, Türk kahvesi demleme yöntemiyle yapıldığı için adı kahve olmuş. Bıttım denilen Antep fıstığı çeşidi olan ağacın meyvelerinden yapılıyor.
Adana Gar Kahvesi veya Ege Bölgesi’nde zamanında efelere ikram edildiği için Süvari Kahvesi olarak anılan Tarsusi. Çifte kavrulmuş…
Mırra… Arap kökenli, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde içilen, ismi Arapça acı anlamına gelen “mur” kelimesinden türemiş, sert bir kahve.
Adıyaman kahvesi, Mardin – Süryani kahvesi, Manisa – cilveli kahve, Tatar kahvesi veya kaymaklı kahve, iki kesme şekerle sunulan yandan çarklı, Azerice “inci” anlamına gelen mirvari kahvesi, mangal kömürünün içinde pişirilen kül kahvesi, Alanya badem kahvesi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yetişen bitkinin tohumlarıyla yapılan kenger kahvesi, Denizli yöresinin çörek otu kahvesi, nohut kahvesi, Isparta – lavanta kahvesi…
Kahve kültürü zengin bir coğrafyada yaşıyoruz. Kahvenin kırk yıl hatırının olduğu bir yerde.
Bu bizi biraz keyfine düşkün insanlar yapmış olabilir.
Peki, bugün bu keyfin tadını gerçekten hakkıyla çıkarabiliyor muyuz? Kahve bizim için sabah işe gitmeden önce veya işteki ilk molada ayılmak için içtiğimiz bir içecek mi oldu? Yoksa butik kahve dükkanlarında fotoğraf çekilmek için sipariş verdiğimiz estetik bir “malzeme” mi?
Çok acımasız olmak istemiyorum ama hayatın hızı bizi elimizde karton veya plastik bardaklarda kahve demeye bin şahit isteyen kahve aromalı içecekler içen insanlara dönüştürdü galiba.
Oysa kahve yavaşlıkla alakalı bir içecek değil miydi? Kahve durmak, demlenmek, iki lafın belini kırmakla, sohbetle ilgiliydi…
Biraz nostaljik bir yerden konuşuyorum ama… Kahve keyfi hâlâ çoğu zaman sohbete eşlik ediyor, yine de yaşadığımız şu dönemde hayatın tüm zarafetini yitirdiğini düşünürsek, kahve ritüelinin de bu kabalıktan nasibini aldığını söyleyebiliriz.
Ben hem filtre kahveyi ve Latte’yi hem de Türk kahvesini çok seven biri olarak, kahvenin en çok durup bir mesele üzerine düşünmeye ve yazmaya eşlik etmesini seviyorum.
Şu anda bu yazıyı yazarken de kahve içiyorum.
Dostlarımızla hâlâ kahve içmek için buluşuyoruz. Bu sanırım hiç değişmeyecek ancak fazla üretim/tüketim ve hız, kahve kültürünü de şekillendirmeye devam edecek.
Yine de mekân ve kahve değişse bile iki insanın kahve içerek dertleşmesi dünyanın neredeyse her yerinde hemen hemen aynı atmosfere sahiptir, öyle değil mi?
Sohbet başlamıştır, kahveler gelir, mevzular derinleşir.
Bu noktada “Türkiye’nin o bitmeyen “modernleşme” serüveni sürecinde her şey değişse de bazı güzel şeyler aynı kalabiliyor mu?” sorusunu sorabiliriz.
Başka bir soru: Yaşadığımız coğrafyanın kahve kültürünün yöresel çeşitliliğini yaşatabilmek için ne yapıyoruz?
Dünyada “egemen kültür” hayatımıza her gün yeni bir aromalı kahve sokarken biz ne yapmalıyız?
Saramago’nun romantik hikâyelerindeki gibi egemen kültürle mücadeleye mi girmeliyiz yoksa “kendi içimizde”, “küçük” mü kalmalıyız?
Peki, bu elimizde mi? Sahi kimiz biz?
“Ortadoğulu” ama “yüzü batıya dönük”, kendine has ama arafta…
Yoksa kendini arayan bir ergen mi? Kim bilir?
Bu arada “egemen kültür” derken “batı kültürünü” hor görmüyor, geleneği yüceltmiyorum.
Hepsini sahiplenmenin, hepsine adil şekilde yer açmanın yollarını arıyor ve bir yandan bunun mümkün olup olamayacağını tartışmaya açmak istiyorum.
Meseleye bugünden, mesafeyle ve sağduyu ile bakmaya çalışıyorum.
Bugün geldiğimiz nokta tesadüf değil.
Medeniyetler ölse de, kültürlerin bazen bitmek bilmeyen bir ömrü, varoluşu oluyor.
Kahve kültürü de bu coğrafya için böyle bence.
Kahvenin kırk yıllık hatırından söz etmeye devam ederken French Press’te bir Kolombiya kahvesi demleyeceğiz yine.
İzmir’den Güneydoğu’ya gitmeye karar verdiğimiz gün, hayatımıza mırra girecek belki.
Bir gün bir başkası mırra ile espressonun ortak noktalarını anlatan bir yazı yazacak.
Hayat akmaya, durmadan değişmeye, kültürler ve yaşamlar iç içe geçmeye devam edecek çünkü bu, hayatın tabiatında var.