Yaşam

İç yolculuklar atlası: Zaman ve kelimeler

Her toplumun geleceğini şekillendiren en önemli güç, iyi yetişmiş bireylerdir. Bu bireyleri yetiştiren, bilgiyle donatan, hayata hazırlayan ise öğretmenlerdir. Bu nedenle öğretmenlik, yalnızca bir meslek değil; toplumsal gelişimin temeli, insan yetiştirme sanatıdır.

24 Kasım Öğretmenler Günü, bizlere bu kutsal görevi üstlenen tüm öğretmenlerin değerini hatırlatan, onların emeklerini minnetle anma fırsatı sunan özel bir gündür.

Türkiye'de Öğretmenler Günü'nün 24 Kasım'da kutlanmasının tarihsel bir anlamı vardır. 24 Kasım 1928, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün Millet Mektepleri Başöğretmenliği unvanını kabul ettiği gündür. Harf İnkılabı'nın hemen ardından okuma yazmanın ülke çapında yaygınlaşması için başlatılan Millet Mektepleri Hareketi, Atatürk'ün toplumsal dönüşüme verdiği önemin en somut göstergelerinden biridir.

11 Kasım 1928'de Bakanlar Kurulu tarafından kendisine verilen Başöğretmenlik unvanı, 24 Kasım'da yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi ile resmileşmiş ve bu tarih, eğitim tarihimizde özel bir yer edinmiştir.

1938'de Atatürk'ün aramızdan ayrılmasının ardından da 'başöğretmen' sıfatı, Türk eğitim sisteminin temel bir simgesi olarak yaşamaya devam etmiştir. Atatürk'ün doğumunun 100. yılı olan 1981 yılında ise 24 Kasım'ın Öğretmenler Günü olarak kutlanmasına karar verilmiş, böylece bu anlamlı gün resmî bir nitelik kazanmıştır. 1992'de Resmi Gazete'de yayımlanan Öğretmenler Günü Kutlama Yönetmeliği ile de kutlamaların çerçevesi belirlenmiştir.

Öğretmenler yalnızca ders anlatan kişiler değildir; aynı zamanda rehberdir, yol göstericidir, ilham kaynağıdır. Bir çocuğun içindeki potansiyeli keşfeden, merak duygusunu besleyen, hayallerini büyüten onlardır. Kimi zaman bir öğrencinin hayatında dönüm noktası olan bir cümle, bir gülümseme, bir cesaretlendirme anı bile bir öğretmenin dokunuşuyla mümkün olur.

Özellikle modern dünyada bilgiye ulaşmak kolaylaşmış olsa da bilgiyi doğru şekilde kullandırmak, eleştirel düşünceyi desteklemek ve bireyleri yaşamın her alanına hazırlamak hâlâ öğretmenlerin sabrı, emeği ve vizyonu ile gerçekleşmektedir. Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi, büyük ölçüde eğitim sisteminin niteliği ve öğretmenlerinin donanımıyla ölçülür. Öğretmenler; bilimin, kültürün, sanatın ve etik değerlerin yeni nesillere aktarılmasında köprü görevi görür. Bu nedenle öğretmenlere duyulan saygı ve verilen değer, toplumun yarınlarını doğrudan etkiler. Bugün dünyada başarılı eğitim modellerine sahip ülkelerin ortak noktası, öğretmenlerin mesleki olarak desteklenmesi ve toplum tarafından yüksek saygı görmesidir. Türkiye'de de 24 Kasım, öğretmenlere verilen değeri hatırlamak ve bu değeri artırmak için önemli bir fırsattır. Kimi zaman köy okullarında zor koşullara rağmen görev yapan, kimi zaman kalabalık sınıflarda her öğrenciye ayrı ayrı dokunmaya çalışan öğretmenler; kimi zaman da hayat boyu öğrenmeyi kendine yol edinip öğrencilerine örnek olan eğitim gönüllüleridir. Onların özverisi, eğitim sisteminin ayakta kalmasını sağlayan en güçlü temeldir.

24 Kasım, yalnızca bir kutlama değil, aynı zamanda teşekkürün, saygının ve farkındalığın günüdür. Bu özel gün, öğretmenlerin toplumsal rolünü görünür kılarak, eğitim emekçilerinin hak ettikleri değeri hissetmelerine katkı sağlar. Tüm öğretmenlerin ve öğretmenlerimin Öğretmenler Günü'nü kutluyor, ellerinden öpüyorum.

İyiler Treni

Hasan Kulakoğlu

Doktor, şair ve yazar Hasan Kulakoğlu'nun şiirleri 'İyiler Treni' kitabıyla okurlarıyla buluşuyor. ŞEY Kitap'tan çıkan, 'İyiler Treni' insana hem kendine dönmenin hem de uzak coğrafyalara açılmanın kapısını aralıyor.

Okuduğumda bir kez daha anlıyorum ki, aslında bütün yolculukların gizli bir başlangıcı vardır: Şiir. Çünkü şiir, insanın içindeki sıkışmış sesi ferahlatan, kelimeleri ağırlıklarından arındıran, metni özüne indirgeyen bir kaynaktır. Her türden yazının beslendiği ve kendi yönünü bulduğu asıl mecra, şiirin o yoğun, pırıl pırıl varlığıdır.

Şiir; dili en çıplak, en duru hâline kavuşturur. Bir metnin kalıcı olmasını, okurla kurduğu bağın derinleşmesini sağlayan şey, çoğu zaman içine sinmiş bu şiirsel özdür. Anlatılan her hikâyenin, kurulan her cümlenin ardında bir ritim, bir titreşim, bir sezgi saklıdır. İşte bu sezgi, şiirin sesidir; yazıyı da okuyanı da dönüştüren içsel bir akıştır.

Hayatın kendisine baktığımızda da benzer bir gerçek görünür. Yaşadığımız anların büyüsü, onların ne kadar 'şiir' barındırdığıyla ilgilidir. Bir bakışın, bir yolun, bir hatıranın, bir kederin ya da bir sevincin yüreğimizde yer etmesi, çoğu zaman onun bize hissettirdiği o şiirsel kıvılcımdandır.

Kulakoğlu'nun dizeleri tam da bu kıvılcımı taşır. Onun şiirleri, köklü bir tarihin ve kadim bir coğrafyanın içinden ses verir. Sadece bireysel bir anlatı değil, aynı zamanda hafızanın da izlerini taşır. Sanki yüzyılların içinden süzülerek gelen sabırlı bir bilgelik vardır bu dizelerde. Ne aceleye gelirler ne de gösteriş peşindedirler; ama insanın iç dünyasında güçlü bir yankı bırakmayı başarırlar.

Şairin şiirleri sade, samimi ve derindir. Okuyanın önüne gösterişli bir sahne açmak yerine, onu sessizce kendi iç yolculuğuna davet eder. Bu çağrı öyle doğal ve öyle içtendir ki, şiirin bitişi bir son değil, yeni bir başlangıç gibi hissedilir.

Hasan Kulakoğlu'nun şiirlerini değerli kılan şey, tam da budur: Şiir, hem yolculuğun sebebi hem de varış noktasıdır. Onun dizelerinde hayata dair her iz, hem geçmişten taşır hem geleceğe ışık tutar. Ve okur, bu dizelerle kaldığı yerden değil, yeni bir yerden yürümeye başlar.

Maymunun Kitabı

Önder Birol Bıyık

ŞEY Kitap Genel Yayın Yönetmeni, şair ve yazar Önder Birol Bıyık, 'Maymunun Kitabı' ile kitapseverleri kucaklıyor. İnsan, yaşamın kıvrımlı patikalarında ilerlerken çoğu kez kendi rotasını kaybettiğini sandığı anlarla karşılaşır. Ömür dediğimiz şey, geriye bakınca bir rüzgârın savurduğu izlere benzer; nereden estiğini, hangi dönemeçte yön değiştirdiğini, kimlerin hayatına hafifçe dokunup kimlerden usulca çekildiğini tam olarak bilemeyiz. Zaman, görünmez bir el gibi varlığımızın üzerinden geçer; ardında kopuk anılar, solmuş bakışlar, belirsiz bir sis bırakarak. Bıyık, bizlere sesleniyor. İşte okuduklarımın bendeki yankısı:

Yaşadıklarımızın bir kısmı hafızada yer eder, bir kısmıysa sanki hiç olmamış gibi uçup gider. Ama insanın iç dünyasında neyin gerçekten kaldığını anlamak, sandığımızdan çok daha güçtür. Bir zamanlar yan yana yürüdüğümüz dostların yüzleri soluklaşır, ilk gençliğin kıpır kıpır heyecanı bir başka zamana aitmiş gibi uzaklaşır. Her hatıra, belleğin derinliğinde titreşen bir ışık gibi, hem var hem yoktur. Geçmişin ağırlığı bazen insanın üzerine yığılır, kimi zaman da ince bir tül gibi hafifçe omuzlara dokunur. Ve insan, kendine şu soruyu sormaktan kaçamaz: 'Bunca hatıranın içinden hangisi beni ben yapan şeydi?' Kesin bir cevap yoktur. Çünkü benlik, anıların değil, anıların bıraktığı kırık dökük tortunun toplamıdır. Zaman, bütün bu tortuları karıştırıp yeni bir insan yaratır. Bugün elinizde kalan tek şey, dünün gölgesi ile yarının belirsizliği arasında sıkışmış bu andır. Bu ânın kırılganlığını kavradığınızda, kendinizi toparlama beklentisinin ne kadar güç bir çaba olduğunu fark edersiniz. Her başlangıç, aynı zamanda bir devam etmeyi de içerir; ama yaş aldıkça başlangıçların tazeliği azalır, heveslerin parlaklığı gölgelenir. Parmaklarınızda derinleşen çizgiler, sadece geçen yılları değil, biriken yorgunlukları da gösterir. İnsan kendine bazen hiçbir şey söyleyemez. Ama bu dilsizlik bir eksiklik değil; içsel bir arınma, bir tür yeniden başlayış potansiyelidir. Sessizliğin ardında saklı duran şey, her şeye rağmen yaşadığınızı, hâlâ bir yolunuz olduğunu fısıldar. Ve belki de bütün mesele budur: Geçip giden her şeye rağmen, yaşam hâlâ elinizde duruyordur.Bu yüzden insan, kendi iç yolculuğuna nereden başlaması gerektiğini bilmediği her anda sadece yürümeye devam eder. Çünkü hiçbir yol, gerçekten patikasız değildir; sadece henüz adımlarımızla görünür olmamıştır:

Rüya Kuşu

Mahmut Tekin

Bazı insanlar vardır; ruhları kelimelerin içinden konuşur. Onlar için dil, bir iletişim aracı değil, bir var olma biçimidir. Kelime, onların elinde yalnızca cümle kurmaz; anı kurar, duygu kurar, hatta hayat kurar.

Sizin de dediğiniz gibi, bazı çocuklar kelimelerin şarkısını çok erken duyar. Bu duyabilme yetisi, iç dünyaya açılan kapının erken aralanmasıdır. Böyle biri için kelime bir yük değil, bir kanattır. Rüya Kuşu da en çok bu kelimelerin arasına saklanır; çünkü insanın ruhuna en yakın yer orasıdır.

Kelimeler bazen karanlığı söker, bazen ışığı söker. Bazen suskunluğu konuşur, bazen konuşmayı susturur. Fakat her durumda bir iz bırakır. İşte Rüya Kuşu da bu izlerin içinden yürüyen bir anlam yolcusudur.

Rüya Kuşu'nu aramak, bir hedefin peşine düşmek değildir aslında; kendi iç âlemimize yumuşak bir yürüyüş yapmaktır. Onu nerede bulduğumuzu sanırsak sanalım, gerçekte o bizi hep içimizden çağırır. Arayışımız dışarıya değil, içeriye doğrudur.

Ben onu çoğu zaman bir cümlenin bittiği yerde, nefesimin başladığı yerde bulurum. Bazen bir rüyanın kapısından içeri girerken, bazen de uyanmanın o keskin anında sessizce yanıma konduğunu hissederim. Öğrettiği en büyük ders ise şudur:
'Mana, bir yere varmakta değil; yürürken duyduğun ayak sesinde gizlidir.'

Rüya Kuşu, ruhumuza şunu fısıldar: Gece ve gündüz birbirinin düşmanı değil, birbirinin aynasıdır. Karanlık olmasa ışığın değeri bilinmez; ışık olmasa gölgenin hikâyesi olmaz. İnsan, bu iki zıtlığın arasında kendi hakikatini örer.

Şair Mahmut Tekin'in Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık'tan (KDY) çıkan 'Rüya Kuşu' kitabı, okurlarını bekliyor.

Ve Kadın

Birgül Güçlü

Şair - yazar Birgül Güçlü, Mask Yayınları'ndan çıkan 'Ve Kadın' kitabıyla okurlarına 'merhaba' dedi.

Güçlü, edebiyat dünyasının üretken isimlerden birisi. Onun eserleri, klasik 'yazı' beklentilerini aşarak; insan, sevgi, toplumsal bağlar gibi temaları naif ve dokunaklı bir şekilde ele alır. Aynı zamanda, yazının sadece bireysel bir ifade biçimi olmadığını; toplumsal bir paylaşım aracı, duygusal bir topluluk organı olabileceğini de gösterir.

Kadın görüşü açısından değerlendirdiğimizde, Güçlü'nün öyküleri; kadınlığın hem duygusal hem de toplumsal yönlerini sahiplenir, kadın sesini görünür kılar. Onun sesi, hem 'kalp' hem 'vicdan' şiiridir.

Sevgi, özlem, kayıp ve umut gibi temalar, kadın öykülerinde satırlarında mistik ve içsel bir yolculuğa dönüşür. Bu yolculukta kadın, yalnızca bir sevilen değil; kendi özüne dönen, kendisiyle ve çevresiyle sürekli diyalog kuran bir varlık olarak durur.

'Ben'in yanı sıra 'biz' vurgusu göze çarpar. Bu, kadınlık deneyimini yalnızca bireysel bir duygu veya kimlik meselesi olarak değil, toplumsal bir bağlamda da düşündüğünü gösterir. Kadın, hem kendisiyle hem başkalarıyla kurduğu ilişkilerde bir köprü, bir paylaşım noktasıdır.

Birgül Güçlü'nün hem şair hem yazar hem de hemşire kimliği olması, 'kadın' temasına ek bir sorumluluk ve empati boyutu kazandırır. Yazı dili genellikle sadedir, abartıdan uzak ama duygusaldır. Bu sadelik, kadın teması işlendiğinde daha da etkileyici olur: Kadın olmanın rutin, sıradan ama bir o kadar da derin anlarını 'gösterişsiz bir sanat'la dile getirir. Bu yaklaşım, bir gerçeklik sunar; idealize edilmiş bir kadın portresi yerine, 'gerçek bir kadın'ın iç sesi ve duygusal altyapısıyla yüzleşmemizi sağlar.

Bu anlamda onun yazıları, okura yalnızca kadınlığı değil, insanlığı da düşündürtür. Kadın sesi burada bir fısıltı değil, güçlü bir yankıdır; ama aynı zamanda kırılganlığın, özlemin ve belirsizliğin de alanıdır.

Okurlarla yeni buluşan kitaplar

Bilim Kadınları İçin

Bilim, çoğu zaman soğuk laboratuvar duvarları arasında, karmaşık formüllerin ya da titiz deneylerin arasında anılır. Oysa bilimin özünde insan vardır: sorgulayan, merak eden, keşfetmekten korkmayan insan. İşte bu nedenle bilim, sadece mikroskobun altındaki bir hücrede ya da teleskobun baktığı uzak bir galakside değil; bir gencin zihninde doğan bir soruda, bir kız çocuğunun kalbinde kıvılcımlanan o ilk merakta başlar. Ve o merak, en çok da cesaret ister.

Bugün hâlâ dünyanın birçok yerinde, bilim sahnesinde kadınların sesi yeterince duyulmazken, cesaret bilimin en temel bileşenlerinden biri hâline geliyor. L'Oréal Türkiye'nin, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu işbirliğiyle 23 yıldır yürüttüğü 'Bilim Kadınları İçin' programı, işte tam da bu noktada bir umut meşalesi yakıyor. Bu program, yalnızca bilimsel başarıları desteklemekle kalmıyor; aynı zamanda kadınların bilime kattığı özgün bakışın, sezginin ve dayanıklılığın görünür olmasını sağlıyor. Her yıl genç araştırmacılara verilen bu destek, bilimin toplumsal cinsiyet sınırlarını aşabileceğini gösteriyor. Çünkü bilim, kim olduğumuzu değil, neyi neden yaptığımızı sorgular. Deney tüplerinin, gözlemlerin ve hipotezlerin ardında bir kimlik değil, bir amaç vardır: insanlığa katkı sunmak.

'Bilim Kadınları İçin' programının en güçlü yanı, bir ödülün ötesinde bir mesaj taşımasıdır: 'Sen de yapabilirsin!' Bu cümle, sadece genç kızlara değil, tüm insanlığa hitap eden bir çağrıdır. Çünkü bilime katkı, yalnızca bilgiyle değil, inançla da başlar. Bir kız çocuğu teleskobunu gökyüzüne çevirdiğinde, bir diğeri laboratuvarda bir formülün peşine düştüğünde, belki farkında bile olmadan geleceği yeniden şekillendirir. Bu kitap, işte bu hikâyelerin sesi olmayı amaçlıyor. Kadınların bilime kattığı cesareti, yaratıcılığı ve sabrı görünür kılarak, yeni nesillere yol göstermeyi hedefliyor. Çünkü her başarı hikâyesi, başka birinin umudunu besleyen bir kıvılcımdır.

Karanlık ve Mavi

Cevat Şakir Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı, yalnızca bir yazar değil; bir çağın ruhunu yeniden kurmaya çalışan bir düşünce mimarıdır. Sevim Kahraman'ın 'Karanlık ve Mavi' adlı kitabı, bu çok yönlü insanın yaşamını, iç dünyasını ve tarihsel kırılmalarla şekillenen yolculuğunu roman tadında bir biyografik derinlikle anlatır. Eserde, bir bireyin hikâyesiyle birlikte Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan sancılı bir dönüşüm süreci de gözler önüne serilir.

Bu kitap, bir edebiyatçının biyografisinden fazlasıdır; bir ülkenin kültürel dönüşümünün, umutlarının ve hayal kırıklıklarının aynasıdır.

Şakir Paşa ailesi, Osmanlı'nın son döneminde köklü ve seçkin bir hanedandır. Konaklardan, saray çevrelerinden gelen bu aile, imparatorluğun çöküşüyle birlikte yeni dünyanın sarsıntılarını en yakından hisseder. 'Karanlık' burada hem tarihsel hem de ruhsal bir simgedir: yitirilen bir dünyanın karanlığı, bireysel yalnızlığın ve suçun gölgesi, aynı zamanda sürgün ve pişmanlığın ağırlığı:

Cevat Şakir'in hayatındaki kırılma noktası olan 'cinayet' olayı, bu karanlığı biçimlendiren en büyük dönemeçtir. Ancak tam da bu trajedi, bir yazarın doğum sancısı olur. Karanlık ve Mavi, bu dönüşümün öyküsünü bir arınma süreci olarak işler: suçun ardından gelen bilinç, cezanın ardından gelen içsel özgürlük ve nihayet, 'mavi'ye uzanan bir ruhun yeniden doğuşu.

Sürgün edildiği Bodrum, Cevat Şakir için bir cezadan çok bir keşif alanına dönüşür. Balıkçının kaleminde mavi, yalnızca bir renk değil, bir varoluş biçimidir. Deniz, özgürlüğün, doğayla bütünleşmenin ve yeniden insan olmanın metaforudur.

Sevim Kahraman, bu yönüyle Balıkçıyı bir 'modern mitolog' olarak resmeder. Onun Bodrum'da başlattığı mavi yolculuk, yalnızca bir gezi değil; bir kültürel yeniden doğuştur. Antik çağın mitoslarıyla Anadolu'nun yerel halk kültürünü harmanlayan Balıkçı, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu gibi dostlarıyla birlikte, Cumhuriyet'in hümanist ve aydınlanmacı ideallerini somutlaştırır.

Tuğçe Yerdelen ile Kitap Saati