İnsanlığın geldiği bu –tuhaf- noktada sormamız gereken varoluş sorularını sormak bize nasip olmuyor. Şu 4 soruyla uğraşmalıydık:
- Kimim ben?
- Hayatın anlamı ne?
- Hayatın bir amacı var mı?
- Dünyadaki yerim ne ve bunu ne belirliyor?
Bunlar yerine uğraştığımız sorular ise şöyle:
- Emekli maaşım kaç para oldu acaba?
- Eti bırakalım, acaba bu kış nohut yiyebilecek miyiz?
- Bu gidişle kaç yıl hayatta kalırım?
- Neden ruhsal durumum iyi değil?
- Adalet nedir ve ne işe yarar?
- Hukuk var mı?
- Cumhuriyeti korumak için ne yapmalı?
- Laiklik neydi?
- Adalet bir kadın ismi miydi?
- Ekmeğe ne kadar zam gelmiş?
Bir türlü yaşayamıyoruz. Yaptığımız şey hayatta kalmaya çalışmak. Issız bir adada yapayalnız gibiyiz. Oysa insan toplum içinde yaşarken kendini güvende hissetmek ister. Hissetmelidir de. Biz uzun zamandır böyle hissetmiyor, uzun zamandır “yaşamıyoruz.”
Kafamızda ekmeğe gelen zam, enflasyon, ay sonunu çıkarıp çıkaramayacağımız…
Nereye varacak bu gidişin sonu?
Varoluşumuzun bir anlamı olmalıydı. Peki, gerçekten VAR mıyız? Varolmak neydi? Varlık ve yokluk mücadelesinin ötesine geçmek değil miydi? Hayatta kalmakla yaşamak arasındaki ince çizgiyi görebiliyor musunuz? İngilizcedeki “to survive” ve “to live” farkı gibi.
Ne demişti Nâzım, Yaşamaya Dair’in son bölümünde?
“Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için…”
“Yaşadım” diyebilecek miyiz biz? Oysa yaşamak şakaya gelmezdi. Büyük bir ciddiyetle yaşamalıydık. Öyle değil mi? Biz ise büyük bir tragedyanın içine düştük.
Kesin olan şu: Bir kurtarıcı beklemeyi acilen bırakmalıyız. Her birimiz birer kahramanız ve bir kurtarıcıya ihtiyacımız yok. Bunu görebildiğimiz günler gelsin artık da; yaşayalım!